10 Haziran 2013 Pazartesi

HZ. ALİ (A.S)’IN HAYATI

Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.v)’in vasisi, halifesi ve on iki imamın ilkidir. Hz. Ali (a.s), Amm’ul- Fil’in 30. yılının on üçüncü günü,[1] bazı rivayetlere göre Zilhicce ayının yedinci günü[2] Kabe’de dünyaya geldi.

Değerli babası, Ebu Talib, annesi ise Esed kızı Fatıma’dır. Zeyd ve Haydar da onun diğer mübarek isimlerindendir.[3] İki meşhur künyesi de Ebu’l- Hasan ve Ebu Turab’dır.[4] Hazretin hiç kimsenin ortak olmadığı kendisine has lakabı ise “Emir’ul- Muminin”dir; Murtaza, Hadi, Sıddık, Faruk, Veli, Şahid...de onun yüzlerce lakaplarından sadece bir kaç tanesidir.[5]

Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın çocukluk dönemi, Resulullah (s.a.v)’in çocukluk döneminin geçtiği evde geçmiştir; o evde büyüyüp olgunlaşmıştır. Bu büyük şahsiyetlerin her ikisi de Ebu Talib’i bir baba ve yönetici olarak tanıyorlardı; Esed kızı Fatıma’ya da anne diyorlardı.[6]
Bu iki yüce şahsiyet arasındaki köklü ailevi bağlılık, Resulullah (s.a.v)’in Hz. Ali’yi iyi eğitmesi ve onu özel lütuflarından yararlandırması için uygun bir zemin hazırlamıştı.

Hz. Ali (a.s)’ın kendisi o değerli lütufları şöyle anıyor:
“Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı;... beni koklardı; lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi... Ben de her an, devenin yavrusu,nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim;o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hıra dağına çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi.” [7]

On üç yıl böylece geçti, Resulullah (s.a.v) İnzar ayetinin[8] nazil olmasıyla kendi akrabalarını İslam’a davet etmekle görevlendi. Muhammed bin Cerir-i Taberi, Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor:“Resulullah (s.a.v) beni çağırdı ve şöyle buyurdu: “Ya Ali! Allah-u Teala, kendi yakınlarımı inzar etmemi (uyarıp korkutmamı) emretmiştir. Sen bizim için bir yemek yap. Sonra Abdulmuttalib oğullarını, onlarla konuşmam için bir araya topla da iletmekle görevli olduğum şeyi onlara ileteyim.” 

Ben de Resulullah’ın emri üzere onları bir araya topladım, Resulullah (s.a.v) onlara hitaben şöyle buyurdular: “Allah-u Teala, sizi O’na davet etmekle beni görevlendirmiştir. Sizlerden hanginiz, aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olmak istiyor?” Orada bulunanların hepsi sustular. Onların hepsinden yaşta küçük olmama rağmen; “Ya Resulellah! Ben senin yardımcın olmak istiyorum” dedim. Resulullah (s.a.v) elini benim boynuma koyarak şöyle buyurdu: “Bu şahıs, benim sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifemdir; sözünü dinleyin ve emirlerine uyun.” [9]

Böylece İslam’ın şanlı tarihinde, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) ilk müslüman olarak tanınmış oldu. Nitekim Zeyd bin Erkam ve İbn-i Abbas’ın tanıklığıyla Hz. Peygamber’in aleni davetinden önce de Hz. Ali müslümandı.[10]
Buna ilaveten Hz. Ali’nin hilafet ve vesayeti, “Gadir-i Hum” günü diğer müslümanlara da açıkça beyan edildi.

İslam’ın aşikar olmasıyla Kureyişlilerin Resulullah’a karşı eziyetleri de başladı, bu baskı ve eziyetler hicret zamanına kadar devam etti. Tarihin tanıklığıyla bu müddet içerisinde Resulullah’ın en büyük yardımcı ve destekçisi, Hz. Ali’nin babası Ebu Talib olmuştur. Ebu Talib Kureyşin büyüğü olmasına rağmen hiçbir zaman Resulullah’ı Kureyişlilere teslim etmedi. Oğulları Ali ve Caferi ve kardeşi Hamza’yı ona yardımcı olmaya ve sürekli onun yanında bulunmaya davet etti.[11]

Bi’setin onuncu yılında Ebu Talib’in ölümüyle, Kureyşin Müslümanlara olan baskı ve eziyetleri daha da arttı. Resulullah’a küstahlık yapmaya başladılar ve defalarca onu öldürmek istediler. Nihayet her kabileden bir kaç genç toplanıp hep birlikte ansızın Hazrete saldırarak onu kılıçla öldürmeyi kararlaştırdılar.[12]

Resulullah (s.a.v), İlahi vahiy ile onların bu komplosundan haberdar oldu ve gece vakti Mekke’yi terk etmesi emredildi. Bu yüzden Hz. Ali’yi çağırarak o gece (Leylet’ul- Mebit) kendi yerinde yatmasını ondan istedi. Hz. Ali de canı gönülden kabul edip onun yerinde yattı.[13]
Kureyş gençleri sabaha doğru yalın kılıçla Resulullah’ın evine saldırdılar. Ama içeriye girdiklerinde Hz. Ali’yi, Peygamber (s.a.v)’in yatağında gördüler. Bu esnada çok sinirli olduklarından dolayı Hz. Ali’yi Mescid’ul- Haram’a çekip kısa bir tutuklamadan sonra serbest bıraktılar.[14]

Allah-u Teala bu eşsiz fedakarlığı takdir ederek şu ayeti nazil etti:“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar.”[15] 

Bu ayet birçok Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirlerinin görüşüne göre Hz. Ali (a.s)’ın fedakarlığı ve makamı hakkında nazil olmuştur.[16]

Resulullah (s.a.v)’in Medine’ye hicretinin peşice, Hz. Ali (a.s) da o şehre gitti. Hicretin ikinci yılında Hz. Fatimet’üz- Zehra ile evlendi.[17] Bir yıl sonra da ilk çocuğu olan İmam Hasan (a.s) dünyaya geldi.[18]

Medine’de İslami bir toplumun oluşmasıyla İslam’la küfür arasında çok önemli savaşlar oldu. O önemli savaşlardan ilki Bedir savaşı idi. Bu savaş hicretin on sekizinci ayında vuku buldu.[19] Ondan sonra da Uhud, Handek, Hayber, Tebuk vb. savaşlar baş gösterdi.

Tarih kitaplarının yazdığına göre, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s), Tebuk savaşı hariç bu savaşların hepsinde İslam ordusunun sancaktarı idi.[20]
Hz. Ali (a.s) Bedir savaşında düşman ordusundan yirmi bir kişiyi öldürdü.[21] Öldürdükleri kişiler arasında Muaviye’nin dedesi Utbe, dayısı Velid ve kardeşi Hanzele de vardı.[22] Uhud savaşında ise (örnek olarak diyoruz) Kureyş’in meşhur savaşçılarından dokuz kişiyi yere serdi. Bu savaşta bedeninden yetmiş yara alarak son ana kadar Hz. Peygamberi savundu. Oysa İslam ordusundan bir kaç kişi hariç diğerleri firar edip dağa sığındılar. Cebrail (a.s), Hz. Ali’nin bu fedakarlığını görünce bir kaç defa: “Zulfikardan başka kılıç, Ali’den başka da yiğit yoktur.”dedi.[23]

Handek gazvesinde, Arapların ünlü kahramanı Amr bin Abduved’i ağır bir darbeyle yere serdi. Bu çok değerli zaferle, düşman ordusunun kalbine büyük bir korku saldı. Resulullah (s.a.v) o darbeyi şöyle değerlendirdi:
“Ali’nin Handek günündeki darbesi, ümmetimin kıyamete dek bütün amellerinden daha üstündür.” [24] 

Hayber savaşında, bayrağı ilk önce Ebu Bekir, sonra da Ömer eline alıp meydana çıktı; ama bir zafer elde etmeksizin geri döndüler. Resulullah (s.a.v) çareyi, bayrağı Hz. Ali’ye vermekte gördü. Bu yüzden şöyle buyurdu:
“Yarın bayrağı öyle bir kişiye vereceğim ki, o Allah’ı ve Resulünü seviyor; Allah ve Resulü de onu seviyorlar.” 

Sa’d bin Ebi Vakkas şöyle diyor:
Biz o kişinin kim olduğunu görmemiz için ayağa kalktık. Bu esnada Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ali’yi benim yanıma çağırın.” Hz. Ali gözleri ağrıdığı halde Peygamber (s.a.v)’in yanına geldi. Hz. Peygamber, ağzının mübarek suyunu onun gözlerine sürerek bayrağı onun eline verdi. Allah-u Teala Hayber’i, onun eliyle fethetti.[25]

*****

Nihayet Hz. Ali (a.s)’ın hayatının en kritik anları olan hicretin 10. Yılı Zilhicce ayının 18. günü yetişti. O gün Hz. Peygamber (s.a.v), yüz bin kişiyi aşan büyük bir toplulukla Haccet-ul Veda yolculuğundan dönüyordu.

Gadir-i Hum’a vardıklarında şu Tebliğ ayeti nazil oldu: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz, Allah, kafir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.”[26] 

Bu kader belirleyici ayetin nazil olmasıyla 120 bin kişiden oluşan kervanın durdurulması emredildi. Onların hepsi, Resulullah (s.a.v)’in çevresinde toplandılar. Resulullah (s.a.v) namaz kıldıktan sonra fasih bir hutbe okudu. 

Sonra Hz. Ali’nin elinden tutup kaldırarak şöyle buyurdu: 
“...Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol.” [27] 

Müslümanlar grup grup Hz. Ali’yi kutlamak ve ona biat etmek için yanına müşerref oluyorlardı. Ömer de İmam (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi:

“Ey Ebu Talib oğlu Ali! Ne mutlu sana! Sen benim ve her müminin mevlası oldun.” 

Daha sonra Allah-u Teala İkmal ayetini indirdi:

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip-beğendim.”[28]

* * *

Gadir olayından yaklaşık yetmiş gün bir zaman geçtikten sonra Resulullah (s.a.v) vefat etti. Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Hz. Peygamber’in kefen ve defin işleriyle meşgul oldu. Ama diğer bir grup, bu fırsattan yararlanarak kendi aralarından halife seçmek için Beni Sakife denilen bir yerde toplandılar. Kargaşa ve tartışmalardan sonra Ebu Bekir’i halife olarak seçtiler. Halk grup grup ona biat etmeye başladı. Hz. Ali ve yaranlarından bazıları Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar. Ebu Bekir Ömer’e; “Ali ve yaranlarının peşice git onlardan biat al; biat etmezlerse onlarla savaş” diye emretti.


Ömer de kendisiyle ateş getirip[29] biat için evden çıkmadıkları takdirde evi yakacağına dair yemin etti![30] Öyle de oldu... Hz. Ali’nin, evinin kapısını yakarak biat etmesi için zorla evinden dışarı çıkardılar; hamile olan eşi Hz. Fatıma (a.s)’ı da kapıyla duvar arasında sıkıştırıp Muhsin ismindeki çocuğunu daha dünyaya gelmeden öldürdüler.[31]

Emir’ul- Muminin Ali (a.s) o gön İslam ve Müslümanların maslahatını korumak için kıyam etmedi. Ama Hz. Fatıma’nın yardımıyla, aldanan Müslümanlara hakkı tebliğ etmeye başladı ve onların İlahi görevlerini bir kez daha hatırlattı. Ama artık iş işten geçmişti. Hz. Ali (a.s) yapa yalnız kalmıştı, tek yardımcısı olan aziz eşi Fatıma (a.s)’ı da kaybetmişti. Bunca musibetler, Resulullah’ın vefatından 75 veya 90 gün geçmeksizin vuku bulmuştu. 

* * *

Hilafet 25 yıl boyunca üç kişinin (Ebu Bekir, Ömer, Osman) eline geçti. İmam (a.s) bu müddet içerisinde hükümetten uzak olduğu halde ümmeti hidayet etmekle meşgul oldu, halifelerin yanlış hareketlerini onlara hatırlattı, ülkenin iç ve dış dini sorunlarını cevaplandırdı, Kur’an’ı bir araya toplamaya ve mahrumları özellikle Beni Haşim’i himaye etmeye koyuldu. Bir cümlede diyecek olursak; dini korumak için gece-gündüz çaba sarf etti.[32]

Hz. Ali’nin imamet yıldızı, üç halife döneminde de öyle parladı ki, Ebu Bekir yaptığından pişmanlık duydu.[33] Ömer ve Osman; “Eğer Ali olmasaydı helak olurduk” diyerek onun ilahî makamını itiraf ettiler.[34]

Osman’ın hilafeti döneminde, hilafet tezgahında zulüm ve fesadın artması, halkın incinmesi ve rahatsızlığına yol açtı; öyle ki, bu yüzden Hicri 35’de Osman’ın evini muhasaraya alıp onu öldürdüler. Sonra Hz. Ali’nin kapısına gelerek, onun hükümeti kabul etmesini ısrarla istediler. Hz. Ali (a.s) hilafete gelme olayını şöyle anlatıyor:

“...Derken, halkın benim etrafıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni üzen bir şey olmadı; her yandan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; öyle ki, kalabalıktan Hasan’la Hüseyin, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar, bu kargaşada elbisem bile yırtılmıştı...

Ama şunu da bilin ki, andolsun tohumu yarana, bu topluluk biat için toplanmasaydı, Allah’ın, zalimin doyup zulmetmemesi, mazlumun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu, ilkinin kasesiyle suvarır giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki, şu dünyanızın değeri, bir dişi keçinin aksırığındaki burnunun sümüğünden de değersizdir bence.” [35]

Emir’-ul Muminin Hz. Ali (a.s), halkın isteğini kabul ederek zahiri hilafet makamını üstlendi; halk da ona biat etti. Sonra valilerini şehirlere gönderdi, Zübeyr ve Talha da şehirlere gönderilecek olan valilerdendi, ama memur oldukları yere gönderilmeden makamlarını kaybettiler. Çünkü onlar, Hz. Ali (a.s)’ın elinden valilik makamı hükmünü aldıklarında; “Bu sıla-i rahimden dolayı Allah sana mükafat versin”dediler. İmam (a.s) bu sözden rahatsız olup; “Müslümanların önderliğinin sıla-i rahimle ne ilişkisi vardır” diyerek valilik hükmünü onlardan geri aldı.[36]

Talha ve Zübeyr artık kendileri için bir yer ve makam görmeyince, Allah’ın evini (Kabe’yi) ziyaret etmek bahanesiyle Aişe’nin oturduğu Mekke şehrine gidip Aişe’yi, Osman’ın kanını Hz. Ali’den almaya tahrik ettiler.

Onlar bu iş için Basra’yı seçtiler, kendileriyle birlikte büyük bir topluluğu da oraya çektiler. Hz. Ali (a.s) muhaliflerin hareketinden haberdar olunca, yaranlarından dört yüz kişiyle birlikte o şehre gidip savaş çıkmasını önlemek için çok çaba sarf etti. Ama onlar Hz. Ali’nin sözünü kabul etmeyerek Hicretin 36. yılının Cemadi’l- Evvel ayında Cemel savaşını başlattılar. Nakisin’lerin (biatlerini bozanların) bu savaşı, Cemel savaşı olarak adlandı. Çünkü Aişe’nin tahtırevanı bir devenin üzerinde idi.[37] Onun taraftarları, onun etrafını sarmışlardı. Nihayet Aişe’nin devesi yere düşürülerek ordusu dağılıp Aişe mağlup oldu. Hz. Ali (a.s)’ın emriyle, Aişe Medine’ye gönderildi. Ama İmam (a.s)’ın kendisi Medine’ye gitmedi. Hicretin 36. yılının Recep ayında Kufe şehrine döndü.[38]

Bu savaştan sonra, Hicri 37’de vaki olan Sıffin savaşına hazırlandı. Bu savaşı Kasitin (zalim)lerin baş elemanı olan Muaviye başlattı. Muaviye ikinci halife zamanından itibaren Şam hükümetinin valisi idi. Hz. Ali (a.s)’ın zahiri hükümeti döneminde onunla biat etmekten kaçındı ve kendi adına halktan biat aldı. O, Osman’ı mazlum halife tanıtarak kendisini onun kanının sahibi olarak göstermeye çalıştı. İmam (a.s) hakkında öyle bir tebligat yaptı ki, Sıffin’de Şamlı bir genç, Hz. Ali’nin namaz kılmadığını söylemişti.[39] 

Velhasıl, Hz. Ali (a.s), Muaviye’nin ordusuna karşı koymak için Kufe’den ayrıldı. Fırat nehri, Kerbela, Sabat, Enbar ve Rıkka şehirlerinden geçerek Şam topraklarından olan Sıffin’e ayak bastı, orada savaş ateşi tutuştu ve bu savaş dört ay sürdü. Bu savaşta Hz. Ali (a.s)’ın ordusu Muaviye’nin ordusuna galip geldi; öyle ki, Muaviye atını alıp kaçmak istedi. Amr bin As ona; Nereye? diye sordu. Muaviye; “Durumun nasıl olduğunu görüyorsun, şimdi düşüncen nedir? dedi. Amr bin As cevaben şöyle dedi: “Bir yoldan başka kurtuluş yoktur; o da şudur ki, Kur’an’ları kaldırıp onları Kur’an’a davet etmelisin.” Muaviye’nin ordusu Kur’an’ları kaldırıp; “Sizi Allah’ın kitabına davet ediyoruz” dediler. Emir’ul- Muminin Ali (a.s); “Bu bir hiledir, bir aldatmadır, onlar Kur’an ehli değillerdir,[40] natık Kur’an benim.” [41] buyurdular.

Bununla birlikte Amr bin As’ın hilesi, Hz. Ali’nin ordusundan bazıları arasında etkili oldu. Onlar Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ı hakemiyeti kabullenmeye mecbur ettiler. Hz. Ali tarafından (bir grup ashabın tahmiliyle) Ebu Musa Eş’ari, Muaviye tarafından ise Amr bin As savaşın kaderini belirlemek için tayin edildiler. O ikisi birbiriyle istişare ettikten sonra Hz. Ali ve Muaviye’yi kendi makamlarından uzaklaştıracaklarını kararlaştırdılar. İlk önce Ebu Musa’yı minbere çıkardılar, o cehaletle Hz. Ali’yi makamından azletti. Sonra Amr bin As minbere çıkıp aldıkları kararın aksine şöyle dedi: “Ben bu yüzüğü parmağıma taktığım gibi Muaviye’yi kendi yerinde baki bırakıyorum. Amr bin As’ın hilesi ile halkın içerisinde tekrar kargaşa ve ihtilaf çıktı; bu iki şahıs Kur’an hükmüyle hakemlik yapmadılar diyerek kavga edip dağıldılar.

Hakemiyeti Hz. Ali (a.s)’a tahmil eden grup, bu planlarının suya düştüğünü görünce tekrar İmama karşı muhalefet etmeye kalkıştılar; Hz. Ali’ye; “Allah’ın emrine dönmemiz için neden kılıçla bizi doğrultmadın?!” diye itiraz etmeğe başladılar; “La hükme illa lillah” (Hüküm verme ancak Allah’a aittir) diyerek slogan attılar.[42] Hz. Ali (a.s) onların bu sözünü duyunca şöyle buyurdu: “Hak bir sözdür; ama onunla batıl kastediliyor.” [43] 

Kendilerine “Havariç” veya “Marikin” (dinden çıkanlar) denilen bu grup, Kufe’den çıkıp Kufe’nin yakınında yer alan “Harvra” denilen bir köyde toplandılar. Onlar Hz. Ali’nin emirlerine karşı çıktılar. İmam (a.s)’ın dostu ve memuru olan Abdullah bin Habbab ve onunla birlikte olanları katlettiler. Nihayet hicretin 39. yılında, alevi hükümeti karşısında “Nehrevan” savaşının ateşi körüklendi. Bu savaşta on kişi hariç onların hepsi kılıçtan geçirildi. Ama İmam (a.s)’ın ordusundan sadece bir kaç kişi şehit düştü.[44]

Bu fitneden sonra, Havariç’den üç kişi Mekke’de toplanıp Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı sinsi müzakerelerden sonra, Hz. Ali, Muaviye ve Amr bin As’ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abdurrahman bin Mulcem, Hz. Ali’yi öldürmeyi üstlendi; bu uyumsuz komployu uygulamak için Kufe’ye doğru hareket etti. Ramazan ayının 19. Gününün şafak vakti zehirli kılıcıyla Hz. Ali (a.s)’ın kafasına ağır bir darbe indirdi.[45] İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın buyurduğuna göre o darbe, İmam (a.s) secdegahta iken onun mübarek başına indirildi.[46] 

Emir’ul Muminin Ali (a.s), o mel’unun darbesinin isabetinden sonra şöyle buyurdu: “Fuztu ve Rabb’il Ka’be!” (Ka’be’nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim!)[47] 

İmam Ali (a.s) iki gün kendi evinde yattıktan sonra, hicretin 40. yılı Ramazan ayının yirmi birinde şahadete erişti.[48]

Hz. Ali (a.s)’dan birçok konularda, çok değerli hikmetli sözler nakledilmiştir. Nehc’ul- Belağa kitabı o sözlerden sadece bir bölümüdür. Nehc’ul- Belağa kitabı üç bölümden ibarettir: Hutbeler, Mektuplar ve Hikmetler (Kısa sözler). Bu kitap edebiyat kitaplarının en seçkinlerindendir. Nehc’ul- Belağa’ya 210’dan fazla şerh ve açıklamalar yazılmış ve bugünün çeşitli dillerine tercüme edilmiştir. 
Hz. Ali (a.s)’ın çocuklarının sayısını, otuz üç[49], otuz iki[50], yirmi dokuz[51], yirmi sekiz[52] ve yirmi yedi[53] yazmışlardır. Elbette o çocuklar çeşitli annelerden dünyaya gelmişlerdir.

Hz. Fatıma (a.s)’dan beş çocuğu olmuştur; isimleri şunlardır: Hasan (a.s), Hüseyin (a.s), Zeyneb (a.s), Ümmü Gülüsüm (a.s) ve Muhsin. Muhsin, mel’unlar tarafından anne karnında öldürülmüştür. 
Ümm’ül- Benin’den de Kerbela’da şehit düşen dört çocuğu olmuştur. Adları şunlardır: Abbas (a.s), Cafer, Osman ve Abdullah.

Havle-i Hanefiyye’den de Muhammed-i Hanefiyye dünyaya gelip değerli babasının yaranlarından sayılmaktadır.

9 Haziran 2013 Pazar

Müzik Dinlemek Günah Mıdır ?

Musikî hususunda umumî ölçümüz şu ifadeler olmalıdır: 

“Şeriatça bazı savtlar (dinî bakımdan bazı sesler) helâl, bazılar ıharam kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, RAbbanî aşkları iras eden (hatırlatan) sesler helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”1 

Musikîde iki ses kullanılır: insan sesi ve âlet sesi. Bir eser icra edilirken ya tek başına insan sesi veya müzik âletleri kullanılır; çok kere de her ikisinden birden istifade edilir. Her üç halde de insanın hoşuna giden, onun zevk duyduğu ve tesirinde kaldığı ölçülü, belli bir makamda ses çıkarılır. Bu sesler mahiyetine, mevzuuna ve tesirine göre değerlendirilir. Ya insanın ruhuna tesir eder, onda ulvî, dinî, hamâsî hislerin canlanmasına sebep olur; ya da dinlediği bir musikî parçası, nefsine ve süflî hislere hitap ederek yüce hislerin körelmesine sebebiyet verir. Yukarıdaki ifadelerde de açıkça görüldüğü gibi, meşru olan, dinlenilmesinde bir mahzur bulunmayan ses, insana ulvî hüzünleri, yani dünyanın fâniliğini, ölümün her an gelebileceğini, insanın bir gün gelip toprak olacağını, Allah korkusunu hatırlatmalı veya ilâhî aşkı, Allah sevgisini, dünya üzerinde Cenab-ı Hakkın güzel sanat eserlerindeki yüce isimlerinin ve sıfatlarının tecellîlerini hatıra getirmeli. Bu hisleri tahrik eden her türlü sesi dinlemek helâl ve caizdir. Fakat yetimane hüzünleri; insana ümitsizlik veren, sevdiği kimselerden ve nimetlerden ayrılmanın ıztırabını hatırlatan, insanı bedbinliğe, karamsarlığa iten; insanın şehevanî hislerine hitap eden, dinlediği zaman nefsin hoşuna giden sesler ise haramdır, dinlemek caiz değildir. 

Bu iki sınıfa girmeyen birtakım sesler de vardır ki, insandan insana değişir. Meselâ aynı musikî parçasını dinleyen iki kişiden birisi nefsânî bir his duyarken, diğeri ondan daha ulvî bir mânâ çıkarmaktadır. Meselâ “İncecikten bir kar yağar, tozar elif elif diye/Deli gönül abdal olmuş, gezer elif elif diye” parçasını bir musikî eşliğinde dinleyen iki kişiden birisi “elif”ten Allah’ı hatırlayıp, ilâhî aşkı düşünürken, öbürü zahirî mânâsına bakarak “elif”ten bir kadını hatırlar, mecâzî bir aşk düşünür. 

Bir başka misâl: Yunus’un, “Aşkın aldı benden beni/ Bana Seni gerek Seni/Ben yanarım dünü gün/Bana Seni gerek Seni/Aşkın şarâbından içem/Mecnûn olup dağa düşem/Sensin dünü gün endîşem/Bana Seni gerek Seni” şiiri bugün hem ilâhî olarak, hem de türkü olarak söylenmektedir. Şimdi biri burada geçen “aşk”tan ilâhî aşkı düşünürken, diğeri zâhirî mânâsına bakarak mecâzî bir aşkı hatırlar. 

İmam Gazalî Hazretleri ise musikîyi, haram, mekruh ve mubah olhmak üzere üç ana başlık altında inceleyerek şöyle der: 

Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan kimseler için yalnızca bu duyguları tahrik eden sesler haramdır. 

Vakitlerinin çoğunu buna veren, meşguliyeti âdet haline getiren kimse için mekruhtur. 

Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları tahrik eden kimse için müstehaptır. 

İmam Gazalî daha sonra, musikîyi haram kılan şeyin kendisi değil, sonradan ârız olan bazı sebepler olduğunu ifade eder, bunu da şöyle tasnif eder: 
Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil, kadının sesinden gelmektedir. 

Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise, bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek haramdır. 
Gençliği icabı şehevî duyguların mahkûmu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşer, vaktinin çoğunu bu yolda geçirirse sefih olur.

Yasin Suresi Faziletleri

Yasîn-i şerîfin fazîleti

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Her gece Yasîn sûresine devam edip, bu hâl üzere iken vefât eden kimse şehid olur.)
(Kur’ân-ı kerîmdeki bir sûre, okuyana şefaat eder, dinliyenin affına sebep olur, âhırette korktuğundan emin olur. Bu Yâsin sûresidir.”
“Ölüm hastası yanında Yâsin-i şerîf okununca, her harfi için bir melek gelip rûhun kolay çıkmasına duâ eder. Yıkanırken yanında bulunurlar. Cenazesi ile birlikte giderler. Namazında, defninde bulununlar ve hep duâ ederler.”
“Şeytanlar, Yasîn sûresinden ve bir de Haşr sûresinin son kısmı ile Mu’avvizeteyn sûrelerinden kaçarlar.”
“Kabristana giren kimse, Yasîn sûresini okusa, o gün meyyitlerin azâbları hafifler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir.”
“Yanında Yasîn-i şerîf okunan hasta, suya kanmış olarak vefât eder ve doymuş olarak kabre girer.”
“Müslüman bir hasta yanında Yasîn-i şerîf okunursa, Rıdvân ismindeki melek Cennet şerbeti getirir. Suya kanmış olarak rûh teslim eder. Doymuş olarak kabre girer. Suya ihtiyacı olmaz.”
“Yasîn okuyunuz. Onda on bereket vardır. Aç okursa, doyar. Çıplak okursa, giyinir. Bekâr okursa, evlenir. Korkan okursa, emin olur. Mahzun okursa ferahlar. Misafir okursa, seferde yardım görür. Kayıp bulunur. Hasta okursa şifâ bulur. Ölü üzerine okunursa azabı hafifler. Susayan okursa, suya kavuşur.”
“Bir kimse ana-babasının veya birinin kabrini her Cuma ziyaret eder ve orada Yasîn okursa Allahü teâlâ ona, Yasîn’in her harfi miktarınca mağfiret eder.”
“Kur’ân-ı kerîmin kalbi Yasîn’dir. Muhakkak ki o dertlere şifâdır. Allahı ve âhıret yurdunu dileyerek bir kimse Yasîn’i okursa, Allah kendisini mutlaka bağışlar.”
“Her gece Yasîn sûresini okuyan kimse, muhakkak sûrette şehid olarak ölür.”
“Cuma geceleri Yasîn sûresini okuyan kimse, Allahü teâlânın magfiretine kavuşmuş halde sabahlar.”
Yasîn sûresinin faydaları
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Kur’ân-ı kerîmde bir sûre vardır ki, ona Allah katında “Azîme” denir. O sûreyi okuyan kimse, kıyâmet günü çok kimseye şefaat edecektir. O sûre Yasîn sûresidir.”

Yasîn sûre-i şerîfesini okumanın faidelerinden birkaçı:
1- Eceli gelmiyen hasta şifâ bulur.
2- Eceli gelen hasta ölüm acısı duymaz.
3- Ölürken Cennet meleklerini görür.
4- İnsan korktuğundan emin olur.
5- Garipler yardımcı bulur.
6- Aç olan, tok olur. Yani ummadığı yerden rızık gelir.
7- Susuz olan, kanıncaya dek su bulur.
8- Bekarların evlenmesi kolay olur.
9- Elbisesi olmayan elbise bulur.
10- Gayb olan şey bulunur.
Fakat bunlara niyyet ederek ve inanarak okumak lazımdır.
İmâm-ı Şa’rânî buyuruyor ki:
“Hastam iyi olursa veya şu işim hasıl olursa, sevâbı Seyyidet Nefîse hazretlerine olmak üzere, Allah için, üç Yasîn okumak veya bir koyun kesmek nezrim olsun derse, bu dileğinin kabul olduğu çok tecrübe edilmiştir.”
Malik bin Yesar (ra)’ dan rivayet edilmiştir: Peygamber (sav); “Kur’an’ın kalbi Yasin-i Şerif’tir. Kim onu Allah rızasını talep ederek ve ahiret sevabı için okursa, Allah onun günahlarını magfiret eder. Onu ölülerinizin üzerine okuyunuz.” buyurdu.
-Ebu Hureyre (ra)’ dan rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) şöyle buyurdu; “Kim bir gecede, Allah rızası için Yasin’i okursa günahları af olunur.”
-Enes (ra)’ dan rivayet edilmiştir: dedi ki; Rasulullah (sav) buyurdu: “Herşeyin bir kalbi vardır ve Kur’an’ın kalbi de Yasin’dir. Her kim Sure-i Yasin’i okursa Allah ona bu sureyi okuması sebebiyle Kur’an’ı on kere okumuş kadar sevap ihsan eder.”
-Hz. Ali (ra)’ den rivayet edildigine göre Rasulullah (sav) kendilerine şöyle demiştir: “Ya Ali! Yasin Suresini oku, zira Yasin Suresinde on bereket vardır;
1-Yitigi olan okursa yitigine kavuşur,
2-Mahkum okursa hapisten kurtulur,
3-Çıplak okursa giydirilir,
4-Onu okuyan aç doyar,
5-Bekar okursa evlendirilir,
6-Yolcu okursa yolculugunda yardım görür,
7-Susuz okursa suya kanar,
8-Hasta okursa afiyet bulup iyileşir,
9-Korku içinde olan okursa korktugundan emin olur,
10-Ölümcül hastanın yanında okunsa elem ve ızdırabı hafifler.
-Aişe (ra)’ dan; “Muhakkak ki Kur’an’da bir sure vardır. Kendisini çok okuyana şefaat eder. Dinleyen ise magfiret olunur. O, Sure-i Yasin dir.

Yasin suresi'nin videosu :

5 Haziran 2013 Çarşamba

Miraç Kandili'nde neler yapılabilir?

Bizzat Peygamber Efendimiz (sas)’in ötelerden, manevi hediyeler getirdiği gecedir Miraç Gecesi. Efendimiz (sas), bu geceyi “Ben Miraç’tan daha güzel bir şey görmüş değilim.” diye tarif ediyor. İlahiyatçılar, bu gecenin namazla taçlandırılması gerektiğini söylüyor.
Bu gece idrak edeceğimiz Miraç Gecesi, Kur’an-ı Kerim’de İsra Suresi’nin ilk ayetinde şöyle anlatılıyor: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” Miraç Gecesi için Bediüzzaman Hazretleri, ikinci bir Kadir Gecesi hükmünde olduğunu beyan ederek, “Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar.” diyor. Fethullah Gülen Hocaefendi de Miraç’ın esas armağanının namaz olduğunu dile getirerek, “Namaz, her şeyiyle halis bir ibadet ve miraç için yegane vesile, sonra da Allah Resulüne (sas) gökler ötesi seyahatin en son noktasında tevdi edilen İlâhî bir armağandır. Bu armağan içinde herkese kılacağı namazı ölçüsünde bir miraç mukadderdir.” ifadelerini kullanıyor.
    Bu gecenin, müminin miracı namazı hatırlattığını kaydeden Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Muhittin Akgül ise bu geceyi idrak edenlerin namazı merkeze almalarını ve kaza namazlarına yönelmelerini tavsiye ediyor. Akgül, “İsra Suresi; ideal insanı, ideal kulu ve ideal toplumu ayakta tutan temel nitelikleri anlatır. Miraç Gecesi Allah’a ortak koşmama ve kulluk, anne babaya karşı güzel davranış, toplumun birbirine karşı vazifelerini ifade eden çalmama, öldürmeme, başkası hakkında kesin kanaat sahibi olmadan herhangi bir bilgiyi başka bir şahsa ulaştırmama, komşuluk hukuku, insanı birbirinden uzaklaştıran kibir, gurur ve emanete saygı gibi ilkeler üzerinde düşünmeli.” diyor.



MİRAC’IN MANEVî HEDİYELERİ

1) Beş vakit farz namaz. İhsan şuuruyla kılınan namazlar, ümmetin miracıdır.


2) “Âmenerrasûlü” diye bilinen âyetler. Bakara Sûresi’nin 285 ve 286. ayetleri.


3) İsra Suresi’nin 22-39. ayetlerinde bahsedilen 12 İslâm prensibi.


4) Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesi.


5) İyi amele niyetlenen kişiye -onu yapamasa bile- bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı, fakat kötü amele niyetlenen kişiye -onu yapmadığı müddetçe- hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesi.


Bir diğer hediye de, Mi’rac Gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki Et-Tahiyyâtü diye bütün namazlarda teşehhütte okunuyor. Böylece Miraç’ta Allah ve Resulü arasındaki o kutlu konuşma hatırlanıyor.

BU GECE NASIL DEĞERLENDİRİLEBİLİR?

Kur’ân-ı Kerim okunmalı. Özellikle İsra Sûresi, Necm Sûresi ilk ayetleri ve Bakara Sûresi son ayetleri tefsirleriyle birlikte okunabilir.

Peygamber Efendimiz’e (sas) salât ü selâmlar getirilmeli.

Kaza, nafile namazlar kılınmalı.

Tefekkürde bulunulmalı ve “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Allah’ın benden istekleri nelerdir?” üzerinde düşünmeli.

Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı.

Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli.

Cevşen, Esma-ül Hüsna ile evrad ü ezkarda bulunulmalı.

Peygamber duaları başta olmak üzere mü’min kardeşlerine ismen dualar etmeli.BU GECE NASIL DEĞERLENDİRİLEBİLİR?

Kur’ân-ı Kerim okunmalı. Özellikle İsra Sûresi, Necm Sûresi ilk ayetleri ve Bakara Sûresi son ayetleri tefsirleriyle birlikte okunabilir.

Peygamber Efendimiz’e (sas) salât ü selâmlar getirilmeli.

Kaza, nafile namazlar kılınmalı.

Tefekkürde bulunulmalı ve “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Allah’ın benden istekleri nelerdir?” üzerinde düşünmeli.

Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı.

Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli.

Cevşen, Esma-ül Hüsna ile evrad ü ezkarda bulunulmalı.

Peygamber duaları başta olmak üzere mü’min kardeşlerine ismen dualar etmeli.

4 Haziran 2013 Salı

Eski Papaz Müslüman Oluşunu Anlatıyor


Joshua Evans Hristiyan iken Müslüman oluşunu ve İncilin değiştirilmiş olduğunu anlatıyor.

İşte o video:

3 Haziran 2013 Pazartesi

Abdest Alırken Dikkat Edilmesi Gerekenler


Namaz kılmak için veya her hangi bir ibadet için abdest farzdır. Eminim ki herkes abdest akmayı biliyordur.
Şimdi abdesti alırken nelere dikkat etmeliyiz onları madde madde yazıyorum. 15 adet maddemiz var ;


1- Abdest alırken başkasından yardım istememek .

2- Abdest alırken suyun sıçramaması için dikkatli davranmak

3- Kıbleye doğru yönelmek .

4- Gereksiz yere konuşmamak .

5- Niyet ederken dil ile niyet etmek .

6- Her uzvu iyice ovmak .

7- Abdest dualarını okumak.

8- Kullanılmış su ile abdest almamaya dikkat etmek.

9- Her uzvu yıkarken niyeti korumakla birlikte " Bismillah " demek.

10- Kulağı meshederken serçe parmaklarının uçlarıyla kulak deliklerini meshetmek .

11- Burna ve ağza suyu alırken sağ eli kullanmak .

12- Sol el ile sümkürmek .

13- Özür sahibi olmayan kimsenin namaz vaktinden önce abdest alması .

14- Abdest bittikten sonra kıbleye karşı ayakta kelime-i şahadet getirmek ve dua yapmak, biraz su içmek .

15- Durgun ve akarak yer değiştiren Sular ile birikinti halindeki Sulara ve Kıble'ye karşı abdest bozulmaz.

İşte bu kadar. Okuduğunuz için teşekkürler.
Yorum yazmayı unutmayın ...



1 Haziran 2013 Cumartesi

Allah'ın Yasakladığı Büyük Günahlar

Günah, dinde suç sayılan, Allah'ın emirlerine aykırı söz ve davranışlar demektir. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi (mesela hırsızlık yapmak günah olduğu gibi, emrettiği bir şeyi) yapmamak da (mesela namaz kılmamakta) aynı şekilde günahtır.

Günahların hepsi eşit değildir. Bir yabancı kadının ırzına geçmek günah olduğu gibi sözle, elle sarkıntılık etmek de günahtır. Ama bunlar aynı seviyede değildir. Bunun için günahlar, büyük ve küçük olmak üzere iki kısma ayrılır. Büyük olsun küçük olsun, günah işleyen kimse dinden çıkmış olmaz, ancak günahkâr olur; mü'mindir, ama kusurlu mü'mindir. Bu konuda alimler arasında görüş ayrılığı yoktur.
ŞİRK


Büyük günahların en büyüğü şirktir. Şirk, Allah'a ortak koşmak, Allah'tan başka ilâh olduğuna inanmak. Daha açık bir ifade ile Allah'ın ortağı olduğunu kabul etmektir, bu anlamdaki şirk, sadece büyük günah değil, aynı zamanda küfürdür. Yani Allah'ın ortağı olduğuna inanan kimse mü'min değildir. Peygamberimiz zamanındaki müşrikler, Allah'a inanıyorlardı. Ancak Allah'a ortak koştuktarı için mü'min sayılmıyorlardı.

ADAM ÖLDÜRMEK

Allah'a ortak koşma günahından sonra en büyük günah, adam öldürmektir. Allah Teâlâ'nın en güzel surette yarattığı ve kâinattaki her şeyi hizmetine verdiği insana haksız yere kıymaktır. Dinimize göre herkes yasama hakkına sahiptir. Bu hakkı insana yüce Allah vermiştir, insanı bu haktan mahrum etmeye, Allah'tan başka hiç kimse yetkili değildir. Bunun için başkasını haksız yere öldüren kimse büyük günah işlemiş olur. Çünkü Allah Teâlâ: "Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın." (İsra, 33) buyurmuştur.


NAMUSLU KADINLARA İFTİRA ATMAK
İftira etmek de büyük günahlardandır.
İftira: Bir kimsenin yapmadığı bir şeyi yaptı demek, söylemediği bir sözü söyledi diyerek ona kara çalmaktır.İftira, toplumu rahatsız eden sosyal bir hastalıktır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: "Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur." (İsra, 36)


ZİNA ETMEK

Zina da büyük günahlardan birisidir. Zina, birbiriyle evli olmayan kimselerin cinsi ilişkide bulunmalarıdır.
Dinimiz zinayı yasaklamıştır. Çünkü zinanın pek çok zararları vardır. Her şeyden önce insan sağlığını bozar. Pek çok zührevi hastalıkların kaynağı zinadır. Hatta bugün insan sağlığını tehdit eden aids hastalığı da çoğunlukla cinsel ilişki ile bulaşmaktadır. Zinanın çoğaldığı toplumlarda ölüm olaylarının artacağını haber veren Peygamberimiz bu noktaya dikkatimizi çekmiştir.
SAVAŞTAN KAÇMAK

Dinimizin bize yüklediği bir takım görevler vardır. Vatanı korumak ve gerektiğinde bu uğurda savaşarak ölmek, bu görevlerden birisi ve önemlisidir. Çünkü din, namus ve bağımsızlık gibi kutsal değerler, ancak vatan sayesinde korunabilir. Bunun içindir ki inanan insanlar olarak vatanımız için katlanamayacağımız hiç bir fedakârlık yoktur.SİHİR YAPMAK
Büyük günahlardan birisi de sihir yapmaktır. Sihir, sebebi gizli olan şeye denir ki gözbağcılık ve hilekârlık şeklinde cereyan eder.
Biz buna "Büyü" ve "Efsun" diyoruz. Çok eskidenberi sihir hemen her toplulukta yapılagelmiştir.
Sihrin değişik yollan ve pek çok çeşitleri vardır. Sihir daha çok ruhlar üzerinde etkili olur. Düşünceleri karıştırır, gönülleri çeler, ahlâkı perişan eder. Karı ile kocanın arasını ayırır, aile yuvasını yıkar. İnsanları birbirine düşürür, toplumun huzurunu bozar.

YETİM MALI YEMEK
İnsanlar, zenginlik ve fakirlik yönünden eşit değildir. Bir kısmının malî durumu iyi iken bir kısmı da fakirdir. Anne ve babası ile aile yuvasında huzur içinde büyüyen çocuklar olduğu gibi, öksüz kalmış ve yuvası dağılmış ve yıkılmış çocuklar da vardır. Sonuç olarak insanların sosyal durumları aynı değildir.

ANNE BABAYA ASİ OLMAK
Müslümanın iki önemli görevi vardır. Birisi, yalnız Allah'a ibadet etmek, diğeri de Allah'ın yaratıklarına şefkat ve merhamet göstermektir. Allah'ın yaratıklarından insana en yakın olan anne ve babadır. Çünkü onlar, insanın dünyaya gelmesine sebeptir. Sadece dünyaya gelmesine sebep değil, aynı zamanda onu büyüten, yetiştiren, terbiye eden ve eğiten insanlardır.

YALAN VE YALAN ŞAHİTLİĞİ

Doğruluk, insanın en güzel sıfatlarındandır. Çünkü sözü ve üzü doğru olan kimseyi Allah Teâlâ sever. Doğruluk, Peygamberlerde bulunması gerekli sıfatlardan birisidir.
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de Peygamberlerini, bu sıfata sahip olmaları ile övmüştür. Doğruluk, ahlâkın temeli ve bütün faziletlerin başıdır. Doğruluk ne kadar övülmeye değer bir fazilet ise, bunun karşıtı olan yalancılık da o kadar yerilen kötü bir huydur.

GIYBET(ÇEKİŞTİRME)Gıybet, bir kimsenin müslüman kardeşini arkadan çekiştirmesidir, onda var olan bir eksikliği söyleyip onu ayıplamasıdır.

KOĞUCULUK
Dinimizin yasakladığı ve büyük günahlardan saydığı çirkin davranışlardan birisi de koğuculuktur. Koğuculuk, ara bozmak için birinden laf alıp diğerine götürmektir. Bu kötü huy mü'mine yakışmaz. Bu davranış insanları birbirine düşürür, kardeşi kardeşe düşman eder. Aileyi parçalar ve büyük fitnelere sebep olur.


SU-İ ZAN
Büyük günahlardan birisi de sû-i zan'dır ki, bu da başkasını kötü sanmaktır.
Zan, kesin bilgiye dayanmaz. Kesin bilgi olmadan bir kimse hakkında hüküm vermek, söz söylemek yanlış olur. Kur'an-ı Kerim'de:
"İyice bilmediğin bir şeyin ardına düşme." (İsra, 36)

ALAY ETMEK
Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık etmez. Onun malına ve ırzına tecavüz etmez. Onu aldatmaz. Onunla alay etmez. Onu kıracak söz ve davranışlardan uzak durur. Kendisine yapılmasını istemediği bir işi ona da yapmaz. Onu sever, malını, şerefini ve namusunu korur.
Müslüman kardeşi ile alay etmek, onu incitecek söz söylemek ve kötü ad takmak büyük günahlardandır.

HİLE YAPMAK 
İslâmiyet, doğruluğa büyük önem verir. Her iş ve sözde doğru olmayı ahlâkın temeli ve bütün faziletlerin başı sayar.
Dinimiz yalan konuşmayı haram kıldığı gibi, iş ve ticarette hile yapmayı, müslümanı aldatmayı da haram kılmış ve bunu büyük günahlardan saymıştır.
Bir insanın müslüman kardeşini, onun saflığından yararlanarak aldatması, gerçekten çok kötü bir huy, çirkin bir davranıştır.

KİBİR(BÜYÜKLÜK TASLAMA)

Büyük günahlardan birisi de kibirdir. Kişinin kendini beğenmesi ve başkalarına karşı böbürlenmesidir.
Bu kötü huy, insanların birbirin sevmesine ve birbiriyle kaynaşmalarına engeldir. Kendini beğenen kimseyi Allah sevmediği gibi insanlar da sevmezler. Bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim'de alçak gönüllülük övülmüş, kibir yani kendini beğenme ve böbürlenme yerilmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

FARZ OLAN İBADETLERİ TERKETMEK
İnsanı yaratan ve ona sayısız nimetler veren Allah Teâlâ'nın kullan üzerinde bir hakkı vardır. Bu, ibadettir. Mü'minler Allah'ın bu hakkına riâyet ettikleri yani ibadet görevlerini yerine getirdikleri takdirde Allah katında değer kazanırlar, ibadet görevlerini yerine getirmeyenler ise bundan mahrum olurlar.

TEVBE ETMEK
İnsan olarak herkes günah işleyebilir. Peygamberler hariç, hiç kimse masum değil, yani günah işlemekten korunmuş değildir.
Peygamberimiz buyuruyor:
"İnsanoğlunun hepsi günah işler. Günah işleyenlerin en hayırlısı ise (işledikleri günaha pişman olup) tevbe edenlerdir." (İbn Mace, Zühd, 30)

Kur'an-ı Kerim 1 Harfi Bile Değiştirilmeden Nasıl Korundu ?

MİLYONLARCA DÜŞMANI BULUNDUĞU HALDE,

 NEDEN KUR'AN'IN TEK HARFİ BİLE DEĞİŞTİRİLEMEDİ?

Kuran, insanın ne amaçla ve nasıl yaratıldığı, ibadetlerinin nasıl olması gerektiği, yaşaması gereken ahlak, sağlıklı ve mutlu olmanın yolları, farklı insan karakterleri, politik, sosyal, ekonomik ve hukuki hayat konularında ayrıntılı bilgiler verir. Ayrıca Allah'a iman ve itaat edilmediğinde yaşanacak zorluk ve alınacak karşılık, ölüm anı, kıyamet saati, cennet ve cehennem gibi pek çok konuda da insanları uyarır. Kuranda bilimsel gerçeklere işaret eden ayetler de bulunur. Kısacası Kuran,  Kuran, Allah'ın sözüdür; doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ne olduğunu insanlara bildiren, yaşama dair gerekli tüm bilgileri içeren kitaptır.

Kurana tabi olan insan için kıstas Kurandır; ona göre yaşar. Atalarından kalan Kurana aykırı bilgiler, toplumda yaşanan batıl inançlar onun için değersizdir. Kuranın rehberliğinde, Peygamberimizin aydınlattığı yolda ilerler ve yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu amaç edinir.

Allah, Kuran hakkında, "Hiç şüphesiz, zikri (Kuranı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz." (Hicr Suresi, 9) buyurur. Kuran kıyamete kadar korunacak bir kitaptır. Düşünecek olursak, tüm dünyada sürekli basılan, her evde en az bir tane bulunan hatta dünyada en çok satan kitap olan Kuranın tek bir harfine dokunulamaması oldukça ilginçtir. Dahası milyonlarca düşmanı da varken, tek bir noktalama işareti değiştirilememiştir. Gerçekten Kuranın, tek büyük güç olan Yüce Rabbimizin koruması altında olduğu çok açıktır.

Geçtiğimiz günlerde bir İlahiyat hocasının makalesinde yukarıdaki ayetteki ifadenin, Kur'an'ı -haşa- kıyamete kadar koruma anlamında değil, nüzul döneminde müşriklerin, şeytanın Kur'an'a müdahale ettiği ve Kur'an'a bazı unsurları karıştırdığı iddialarına karşı şeytandan koruma anlamında olduğu yazıyordu. Bize ulaşan korumalı ayetlerin -haşa- insan koruması ile olduğunu, aksi bir durumun ise neden Tevrat ve İncilin de korunmadığını ortaya koyacağını yazıyordu. Bu ifadeler, Allah'ın hikmetle yaratmasına ve Kuranın ruhuna tamamen terstir. Bilim/ilim adamı olmanın, evrendeki her şeyin Allah'ın kontrolünde olduğu gerçeğini görebilmek için yetmediği çok açıktır.

- See more at: http://blogger-yazari.blogspot.com/2013/05/blogger-sayfa-nubaralandirma-eklentisi.html#sthash.4mk5K7qm.dpuf