31 Mayıs 2013 Cuma

İbadet Nedir ?

İbadet yüce Allah'a karşı gösterilecek saygı, tazim ve hürmet demektir. Buna kısaca kulluk da diyebiliriz. İnsan sadece Allah'ın kulu olduğunu idrak eder, yalnız ona ibadet eder ve yalnız ondan yardım isterse dünya ve ahiret saadetine kavuşur. İbadet, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasakladığı bütün haramlardan uzaklaşmak manasındadır. Bu, Allah için cihat etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, yahut kafirlere benzememek, içkiden, kumardan ve diğer kötülüklerden uzaklaşmak gibi neticeler doğurur.
İnsanlar Allah'a kulluk görevlerini yerine getirmek ve O'nun yüceliğine sarılmakla huzur bulurlar. Çekilen bela, sıkıntı ve musibetler ibadet sayesinde hafifler. Zaten mümin her türlü iyiliğin ve her türlü kötülüğün Allah'ın yaratmasıyla doğduğunu, yine her türlü nimetin insana Allah tarafından ihsan edildiğini bilerek ve Allah'a, onun gösterdiği şekilde ibadet edecektir. Bu ibadet Allah'a şükranın ve verdiği nimetlere hamd etmenin tezahürüdür.
Allah'a kulluk, yaratılışın en büyük gayesidir. Zira yüce Allah cinleri ve insanları ancak kendisine kulluk etsinler diye yarattığını bildirmiştir. Ayrıca içinde yaşadığımız dünya, ölüm ve hayat yine insanların bu kulluk görevlerini nasıl yapacakları belli olsun diye var edilmiştir.
İbadet yüce Allah'ın emri olduğu için onlardan vazgeçmek veya onları yerine getirmemek günahtır. Mükellef olan herkes sınırları İslamda belirtilmiş çeşitli ibadetlerle yükümlüdür.

İbadet Çeşitleri


Yapılış itibariyle ibadetler üç çeşittir. Bunlar sırasıyla bedeni, mali, hem bedeni hem mali, ibadetlerdir.


Bedeni ibadet, sadece vücut hareketleriyle yapılan ibadetlerdir. Nitekim namaz kılmak, oruç tutmak söylenir.


Mali ibadet, mal ile yapılan ibadettir. Zekat vermek, sadaka vermek gibi.


Hem mali hem bedeni ibadet; vücut hareketleri ve mal ile yapılan ibadetlerdir. Buna en güzel cihadı örnek gösterebiliriz. Zira cihat, yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini tesis için mallarımız ve canlarımızla savaşmak, çalışıp çabalamak demektir. Hac da hem mali hem bedeni ibadetler arasındadır.


 

30 Mayıs 2013 Perşembe

Namaz Kılarken Dikkat Edilecek Hususlar


Namazın cemeatle kılınmasına özen gösterilmesi
Namazın insanların yolu üzerinde kılınmaması
Sünnet namaz kılarken ikamet getirilecek olursa namaz terk edilip cemeate uyulması
Namaz kılmaya başlamadan önce gömlek yada giyilen başka bir şeyin kollarının düzeltilmesi
Namaza durmadan önce safların tam bir şekilde düzeltilmesi, eksik safların doldurulması (eğer öndeki saf namaz esnasında boşalırsa bir öne geçip safı tamamlamak gerekmektedir)
Namaz kılarken ayak topuklarının aşıklarını ve omuzları yan tarafta namaz kılan kişinin topuklarının aşıklarına ve omuzlarına değdirilmesi
Namazda imamdan önce harekete geçilmemesi
namazda yüksek sesle okuyarak başkaların rahatsız edilmemesi
Namaz kılarken ön tarafa ya bir şey konulması yada bir şeyin arkasında namaz kılınması
 
Namaz esnasında secde yerinden başka bir yere bakılmaması
Namazın ağır bir şekilde kılınması
Cami içerisinde yüksek sesle konuşulmaması
Farz namaz bittikten sonra hemen sünnetin kılınması na geçilmeden tesbihatın yapılması
Cami içerisinde camiyi kirletecek unsurlardan kaçınılması
Cami içerisine tükürülmemesi
 Namaz kılarken azami bir şekilde hareket edilmemeye çalışılması (safları doldurmak maksadı ile namaz içerisinde üç adım yürünmesinde bir sakınca yoktur)
Camilerin ibadet yerleri olduğunu unutmayıp, ticaret yada borç ve alacak gibi dünya işleri ile uğraşılmaması
dikkat edilmesi gereken hususlardandır.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

İlk Vahiy : Yaratan Rabb'inin Adıyla Oku!

Eskiden beri Mekke'deki hanîf ve zâhitler, recep ayında inzivâya çekilirlerdi. Her biri, Mekke'nin 3 mil (bir saat) kuzeyinde Nûr Dağı'nda bir köşeye çekilir, tefekküre dalardı.

40 yaşlarına doğru Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kalbinde de bir yalnızlık sevgisi belirdi. O da Nûr Dağı’nda bir mağaraya çekilip, günlerce orada kalıyor, Yüce Allah'ın sonsuz kudret ve azametini düşünerek O'na ibâdet ediyordu. Giderken azığını da berâberinde götürüyor, bitince evine dönüyor, sonra tekrar gidiyordu. Böylece Allah, onu büyük görevine hazırlıyordu.

Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilâhi vahyin başlangıcı, sâdık rüyâlar şeklinde oldu. Gördüğü her rüya, olduğu gibi çıkıyordu. Bu durum, altı ay kadar devam etti.

--->  Hira Mağrası

İlk Vahiy


610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesinde, hırkasına bürünüp Hira Mağarası’nda düşünmeye dalmış olduğu bir sırada, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu. Başını kaldırıp etrafına baktı; kimseyi göremedi. Bu sırada her tarafı ansızın bir nûr kaplamıştı; dayanamayıp bayıldı. Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrâil'i gördü. Melek O'na:

-"Oku" Dedi. Hz. Muhammed (s.a.s.):

-"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıktı.

-"Oku" diye emrini tekrarladı. Hz. Muhammed (s.a.s.) yine:

-"Ben okuma bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Hz. Peygamber (s.a.s.)'i sıktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5).

Meleğin arkasından Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin:

"Ey Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku içinde evine vardı. Eşi Hz. Hatice'ye:

"Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hz. Hatice'ye anlattı, “Kendimden korkuyorum”, dedi. Hz. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.

"Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Yüce Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire yardım edersin. Misâfiri ağırlarsın...."

Varaka’nın Sözleri

Hatice daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka ‘hanîf’lerdendi. Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Peygamberimiz (s.a.s.)i dinledikten sonra:

-"Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen Hz. İsâ'nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Yüce Allah'ın Musâ'ya göndermiş olduğu Cibrail'dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." dedi. Aradan çok geçmeden Varaka öldü.

Sitemizin Tanıtım Videosu

Merhaba muhterem müminler ...

Bugün ( 29 Mayıs 2013 ) sitemizin tanıtım videosunu çektik ve sosyal video paylaşım sitesi olan YouTube'ye yükledik.

HD olarak izlerseniz daha iyi olur.

İşte video :

28 Mayıs 2013 Salı

Allah Kur'an-ı Kerim'i niçin göndermiştir?



Kur'an-ı Kerîm, Allah'ın insanlara indirdiği son Mukaddes Kitaptır. 
Kur'an, son Peygamber Hz. Muhammed'e (asm) Cebrâil (as) tarafından vahiy yoluyla indirilmiş ve ondan tevatür yoluyla nakl edilerek günümüze kadar gelmiştir. Kur'an-ı Kerîm ferde ve cem'iyete, bütün insan sınıflarına, bütün memleketlerde ve bütün devirlerde insan hayatının bütününe, maddî - mânevî bir hidayet rehberidir. Hükûmet başkanından, kumandandan sade vatandaşa ve sokaktaki adama kadar herkes, orada kendisiyle alâkalı olanı bulur. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti için gerekli bilgi ve dersleri ondan alır. Kur'an'ın sâhip olduğu meziyet ve özellikler, âyetlerde ve hadîslerde şu şekilde beyan buyurulmuştur:

- "İşte bu Kur'an muazzam bir kitabdır. Onu biz indirdik. Çok mübarektir. (Fayda ve bereketi çoktur). Artık buna uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız" (En'âm: 155).

- "Şu indirilmiş Kur'an, mübarek ve feyizli bir kitabdır ki elleri önündekini (Tevrat ve İncil'i) tasdik edicidir. Tâ ki onunla Mekke halkını ve bütün çevresindeki insanları korkutsun. åhirete îman edenler, namazlarına gereği üzere devam ettikleri gibi, Kur'an'a da inanırlar" (En'âm: 92).

- "Onlar, hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânasını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulurlardı." (Nisâ: 82).

- "O Kur'an, insanları Hakk'a ulaştırır; helâl ile haramda ve din hükümlerinde hakkı bâtıldan ayırır..." (Bakara: 185).

- "Kur'ân-ı Kerîm doğru yol gösterici, mü'minlere derecelerle kurtuluşu müjdeleyicidir" (Bakara: 97).

- "Bu Kur'an, akıl sâhiplerinin, âyetlerini iyice düşünüp anlamaları ve ders almaları için, sana indirdiğimiz saadet kaynağı bir kitabtır" (Sâd: 29).

- Hâris bin A'ver'den rivayet edilmiştir:
Bir gün Hz. Ali şöyle dedi: "Bakınız, ben Resûlüllah'dan (asm): "Yakında fitneler kopacaktır" buyurduğunu işittim. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın elçisi, bu fitnelerden kurtuluşun çaresi nedir?" diye sordum. "Allah'ın kitabı, Kur'an'dır" buyurdular. 
Daha sonra Hz. Peygamber, Kur'an'ın özelliklerini şöyle açıkladı: 
Onda, sizden öncekilerin tarihi, sonrakilerinin haberi ve aranızdaki mes'elelerin hükmü vardır. O, Hak ile Bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa, Allah onu şaşırtır. O, Allah'ın kopmayan sağlam ipi, kuvvetli fikir kitabı ve doğru yoldur. O, akılların sapıtıp şaşırmamasına ve dillerin karışmamasına yegâne sebebdir. Kur'an, ilim adamlarının doymadığı, asla tekrarlanmaktan eskimeyen ve hayret veren üstünlükleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. Yine O, öyle eşsiz bir eserdir ki, cinler dahi onu dinlediği zaman, "Biz, doğruluk ve olgunluk yolunu gösteren hârikulâde bir Kur'an dinledik" demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söylemiş, O'nu tatbik eden sevab kazanmış, O'nunla hükmeden adâlet etmiş ve insanları O'na dâvet eden dosdoğru yola yöneltmiş olur.

* "Kur'an apaçık bir nur, hakîm bir zikir ve en doğru yoldur."
* "Kur'an-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın gökten yeryüzüne uzatılmış bir ipidir."
* "Kur'an'ın sair sözlere üstünlüğü, Rahman'ın mahlûkatına nazaran üstünlüğü gibidir."
* "Kim Allah'ın kitabından bir âyet okursa, Kıyâmet günü kendisine nûr olur."
* "Evlerinizi namaz kılarak ve Kur'an okuyarak nurlandırınız." 


Kur'an-ı Kerim Okumanın Fazileti

Cenab-ı Hakk'ın kelâmı olan Kur ân'ı okumak çok faziletli bir ibadettir. Hattâ İbnu'l-Cezerî (833/1429) selef âlimlerinin Kur ân okumayı (nafile) ibadetler içerisinde birinci sıraya koyduklarını ifade eder (en-Neşr, 1/3). Nitekim Kur'ân'da bu hususa vurgu yapılmıştır: "Allah'ın Kitabı'nı okuyanlar, namaz kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir ticaret umarlar." (Fâtır, 35/29) "Ehl-i Kitap içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah'ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır" (Âl-i İmran, 3/113).

Allah Resûlü (s.a.s.), Kur ân okumanın fazileti üzerinde durmuş ve bunu fiilen uygulamıştır. Meselâ:

"Ümmetimin en faziletli ibadeti Kur ân okumaktır." (Münavi, Feyzu'l-Kadir, 2/44)
Bir adam: 

- "Ya Resülallah! Allah'ın en çok sevdiği amel hangisidir"? diye sordu. Hz. Peygamber: 

- "Konup göçendir" cevabını verdi. Adam:

- "Konup göçen kimdir?" diye sorunca,

- "Kur ân'ı başından sonuna kadar okuyan, bitirince de tekrar başlayandır" cevabını aldı. (Tirmizî, "Kur ân," 11)

"Allah evlerinden bir evde, Allah'ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için toplanan kimselerin üzerine sekine iner, onları rahmet kuşatır, melekler etraflarını sarar ve Allah onları kendi katında bulunanlara överek anlatır." (Ebû Davud, "Vitr", 14; Tirmizî, "Kur ân", 10) 

"Üç zümre vardır ki, onları Kıyametin dehşeti korkutmaz, onlar için hesap zorluğu yoktur, diğerlerinin hesabı bitinceye kadar onlar misk tepecikleri üzerindedirler. Bunlardan birisi, Allah'ın rızasını kazanmak için Kur ân okuyan kimsedir." (Taberanî'den Münzirî, et-Terğîb, 1/311) 

Ayrıca Hz. Peygamber, Kur ân okuyan mü'mini hem kokusu hem de tadı güzel olan bir "meyveye" benzeterek (Buharî, "Et'ıme," 30; Müslim, "Müsafirîn," 243), onun meleklerle beraber olacağını da buyurmuştur. (Buharî, "Fedailü'l-Kur ân," 17) 
Konuyla ilgili diğer bazı hadislerde ise şu noktalar vurgulanmaktadır: "Sizin en hayırlınız Kur'ân'ı Kerim'i öğrenen ve öğretendir." (Buhârî, "Fedailu'l-Kur'ân," 21). "Kur'ân-ı Kerim'den tek harf okuyana bile bir sevap vardır. Her hasene on misliyle kayda geçer. Elif-Lâm-Mim bir harftir demiyorum. Aksine elif bir harf, lâm bir harf ve mim de bir harftir." (Tirmizi, "Sevâbu'l-Kur'ân," 16, HN: 2912) "Allah, geceleyin Kur'ân okuyan bir kula kulak verdiği kadar hiçbir şeye kulak verip dinlemez. Allah'ın rahmeti, kul namazda olduğu müddetçe kulun başı üstüne saçılır." (Tirmizî, "Sevâbu'l- Kur'ân", 17, HN: 2913). "Kim Kur'ân'ı okur ve onunla amel ederse, Kıyamet günü babasına bir taç giydirilir. Bu tacın ışığı, güneş dünyadaki herhangi bir evde bulunduğu takdirde onun vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur'ân'la bizzat amel edenin ışığı nasıl olacak, düşünebiliyor musunuz?" (Ebû Dâvud, "Salât", 349, HN: 1453). "Kim Kur'ân'ı okur, ezberler, helâl kıldığı şeyi helâl kabul eder, haram kıldığı şeyi de haram kabul ederse Allah, o kimseyi Cennet'e koyar. Ayrıca hepsine Cehennem şart olmuş bulunan ailesinden on kişiye şefaatçi kılınır." (Tirmizi, "Sevâbu'l-Kur'ân," 13, HN: 2907). "Kur'ân'da mâhir olan (hıfzını ve okuyuşunu güzel yapan), Sefere denilen kerîm ve mutî meleklerle beraber olacaktır. Kur'ân'ı kekeleyerek ve zorlukla okuyana iki sevap vardır." (Buhârî, "Tevhid," 52; Müslim, "Müsafirin," 244)

Uhud şehidleri defnedilirken ve daha sonra imam olmaya ehil kişi tesbit edilirken, Kur ân'ı iyi bilmenin bir ölçü olarak kullanılması da, Kur ân bilme ve okumanın önemini ortaya koyan başka misallerdir.

Kur ân'dan ezberlenen kısımların unutulmasının büyük günah sayılması da Müslümanları, sürekli Kur ân okumaya yönelten noktalardan birisidir. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Bir kimsenin şu âyetleri unuttum demesi ne kötü şeydir! Onlar ona unutturulmuştur. Kur ân'ı hatırınızda tutmaya çalışın. Doğrusu o, hayvanın ipini koparıp kaçması gibi, kişinin zihninden silinip gider." (Müslim, "Müsafirin," 228, 229)

Gece Kur ân Okuma

Âyet ve hadiste üzerinde bu kadar hassasiyetle durulan Kur ân okuma işi, tarih boyunca Müslümanlar tarafından önemle yerine getirilmiş ve faziletine binaen Kur ân, daha çok da geceleri okunmuştur. Gece okuma konusunda Cenab-ı Hak, "Geceleyin onunla (Kur ân) teheccüd kılmak için kalk" (İsra, 17/79) buyurmaktadır. Bu âyeti Nahcivanî (920/1514) şöyle açıklar: "Gecenin derinliklerinde, kalbin bütün meşgale ve eğlencelerden uzak kaldığı anlarda kişinin okuduğu Kur ân, nefse ağır ve vücuda yorucu gelse bile, daha etkili olur ve kalbe yerleşir." (Fevatih, 2/455)

Meşhur müfessir Hazin (725/1324) ise, "Gecenin yarısında kalk (namaz kıl), yahut bundan biraz eksilt. Veya bunu artır ve ağır ağır Kur ân oku." (Müzzemmil, 73/3-4) âyetinin tefsirinde şöyle der: "Allah gece namazını emredince, peşinde Kur ân okumayı zikretti. Efendimize, okuyacağı Kur ân'ı yavaş yavaş okumasını emretti ki, kalbi tam bir huzura kavuşsun, âyetlerin mânâlarını düşünsün, istiğfar âyetlerini okuduğunda istiğfarda bulunsun, va d ve vaîd âyetlerini okuduğunda korku ve ümit meydana gelsin, kıssa ve darb-ı meselleri okuduğunda ibretler alsın, böylece kalbi Allah'ın marifetiyle nurlansın." (Lübâbü't-Te'vil, 4/165) 


Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, İsra 73. âyetindeki zamirin Kur ân'a raci olması, gerek teheccüd namazı içinde gerekse gece müstakil olarak Kur ân okumanın önem ve gerekliliğine ayrı bir işarettir. (Bursevî, Rûhu'l-Beyan, 15/138) Hz. Peygamber de gece Kur ân okumaya teşvik ederek, "Kur ân öğrenin ve okuyun. Çünkü Kur ân öğrenip okuyan ve gecesini onunla ihya eden kimse, misk dolu ve kokusu her tarafa yayılan kap gibidir" buyurur (Tirmizî, "Edeb," 79). Abdullah b. Ömer'in rivâyet ettiği hadiste, ancak iki kişinin kıskanılabileceği, bunlardan birinin de Kur ân öğrenip gece gündüz okuyan olduğu belirtirken (Buharî, "Fezailü'l-Kur ân," 20); diğer bir hadiste, "Kim gece on âyet okursa gafillerden sayılmaz. Yüz âyet okuyan kânitînden, bin âyet okuyan ise mukantarînden sayılır" (Ebû Davud, "Salât," 326, HN: 1398) der. "Kıyamet günü Kur ân, 'Ya Rabbi! Ben bu şahsı, beni okuduğu için gece uykusuz bıraktım, izin ver ona şefaat edeyim" diyecektir" (İbn Hanbel, Müsned, 2/174) şeklindeki hadis de, gece Kur ân okumayı teşvik eden beyanlardandır.

Hz. Peygamber, gece teheccüd namazında okuduklarının yanı sıra her gece İsra ve Zümer sûrelerini de okur ve bunu bir hizip olarak sürdürürdü (Buharî, "Tefsiru Sûre 17, 1). Hz. Aişe, Hz. Peygamber'in Allah tarafından her gece uyandırıldığını ve seher vakti gelmeden mutlaka hizbini bitirdiğini aktarmaktadır (Ebû Davud, "Tatavvu," 22). Evs b. Huzeyfe'nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye gelen bir heyete her gece yatsıdan sonra sohbet ederdi. Fakat bir gece gecikti. Sebebi sorulunca, "Bu gün Kur ân'dan okuma itiyadında olduğum hizbimi okumamıştım. Onu bitirmeden gelmek istemedim" buyurdular. Ravi Evs b. Huzeyfe diyor ki, sabah olunca ashaba, "Siz Kur ân'ı kaç hizbe bölersiniz?" diye sordum; onlar, "Üç, beş, yedi, dokuz, on bir, on üç ve hizbu'l-mufassal olarak bölüyoruz" dediler. (Ebû Davud, "Ramazan," 9). Bu taksime göre sûreler şu şekilde sıralanmıştır: Üç: Bakara, Âl-i İmran, Nisa; Beş: Maide, En'am, A'raf, Enfal, Tevbe; Yedi: Yûnus, Hûd, Yûsuf, Ra'd, İbrahim, Hicr, Nahl; Dokuz: İsra'dan Furkan'a kadar; On bir: Şuara'dan Ya-Sîn'e kadar; On üç: Sâffât'tan Hucûrât'a kadar; Hızbu'l- Mufassal: Kâf'tan sona kadar. (İbn Kesir, Tefsir, IV/220). Buna göre sahabe, 7 günde Kur'ân'ı bitirmiş oluyordu. Nitekim Hz. Osman, Kur ân okumaya Cuma gecesi başlar, Bakara'dan Maide'ye kadar okurdu. Cumartesi, En'am'dan Hûd Sûresi'ne kadar, pazar gecesi, Tâ-Hâ'dan Kasas''a kadar, salı gecesi, Ankebût'tan Sâd'a kadar, çarşamba gecesi, Zümer'den Rahmân'a kadar okur ve perşembe gecesi hatmini tamamlardı. İbn Mes'ud'un da kendine ait bir tertibi vardı. (Gazzalî, İhya, I, 244).

Gece uyuya kaldığı için hizbini okuyamayan kişinin, sabah ile öğle namazları arsında okuması durumunda aynı sevabı alacağını ifade eden hadisten, gece bir miktar Kur ân okumanın Müslüman'ın vazgeçilmez görevi olduğu anlamını çıkarmak da mümkündür.
Hz. Peygamber, teheccüd namazında bazen sayfalarca Kur ân okurdu. Hz. Huzeyfe, Efendimiz'le namaz kıldığını ve O'nun bir rekâtta Bakara Sûresi'nden başlayarak Nisa Sûresi'nin sonuna kadar okuduğunu belirtmektedir. İbn Abbas ise, Hz. Peygamber'in gece ibadetini öğrenmek için onlara misafir kaldığında, her rekâtta yaklaşık Müzzemmil Sûresi kadar (20 âyet) bir miktar okuduğunu söylemektedir.

Bu iki örnek bize teheccüd namazında, gücümüz nisbetinde az veya çok Kur ân okuyabileceğimizi göstermektedir. Hz. Osman'ın bazen gece boyunca kıldığı iki rekât namazda bütün Kur ân'ı hatmetmesi böyle bir teşvikin neticesidir. (Taberî, er-Riyadü'n-Nadra, 2/42) 

Urve b. Zübeyr (94/712), gündüzleri Mushaf'a bakarak dörtte birini okur, geceleri de o miktarı teheccüdde okurdu. Ayağı kesildiği gece okuyamadı; onu da bir sonraki gece kaza etti (Ebû Nuaym, Hılye, 2/178). Mansur b Mu'temir (132/749) gecesini üçe böler, bir kısmında Kur ân okur, bir kısmında ağlar, bir kısmında da dua ederdi (İbnü'l-Cevzî, Sıfatü's-Safve, 2/115). İmam Evzaî (157/774): "Kim geceleri uzun boylu Kur ân okursa, mahşer günü hesap için az bekler" der (a.g.e., 4/257). 
Bu arada Hz. Peygamber dahil, bazı şahsiyetlerin kendilerine açılan engin mânâ kapılarından girerek, bir âyetin tefekkürüne daldıklarından veya o anda o âyetten çok etkilendiklerinden, sabaha dek belli bir âyeti tekrar ettikleri de rivâyetler arasındadır. Meselâ: 

Hz. Peygamber, "Eğer onlara azap edersen, onlar Senin kullarındır (dilediğini yaparsın), eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen daima üstünsün, hikmet sahibisin."(Maide, 5/118) âyetini (İbn Mace, "İkametü's-Salâh," 179); Malik b. Enes, "Sonra o gün (size verilen) nimetten sorulacaksınız." (Tekasür, 102/7-8) âyetini (İbn Harrat, es-Salât ve't-Teheccüd, 278); Malik b. Dinar ve Temimuu'd- Darî, "Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini inanıp iyi işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!"(Câsiye, 45/21) ile, "(Orada onların) yüzlerini ateş yalar. Öyle ki, (ateş dudaklarını, yüz adalelerini yaktığından) dişleri açıkta kalır." (Mü'minûn, 23/104) âyetlerini (Gazzalî, İhya, 1/315); Hasan-ı Basrî, "Eğer Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz sayamazsınız. (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankördür"(İbrahim, 14/34) âyetini (İbn Harrat, a.y.); İmam-ı A'zam ise, "(Asıl azap ile), o (söz verilen) saatte karşılaşacaklardır. O saat cidden çok feci ve acıdır."(Kamer, 54/46) âyetlerini (Zehebî, Menâkıbü İmam Ebû Hanife, 23), bazen namazın içinde bazen dışında ve çoğu zaman gözyaşı eşliğinde, sabaha kadar tekrar etmişlerdir.

Kur'ân Okumanın Şekli

Gece Kur ân okuyuşunun sesli mi sessiz mi yapıldığı meselesine de değinip, konuyu bitirmek istiyoruz.

Bir gece Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e uğramış, Hz. Ebû Bekir'in çok sessiz, Hz. Ömer'in ise sesli Kur ân okuduklarını görmüş ve sabah onlarla karşılaştığında, ilkine sesini biraz yükseltmesini, ikicisine de biraz alçaltmasını emretmişti. Ebû Davud'un meşhur şerhlerinden olan Bezlu'l-Mechud'da konu, tasavvufî bir edayla şöyle izah edilmektedir: "Hz. Ebû Bekir, kendisinde şühûd ve cemal hâli galip olduğundan, 'duyurmak istediğim (Allah) duyuyor'; Hz. Ömer ise, üzerinde celâl ve heybet hâli galip olduğu için, 'uykusu derinleşmemiş olanları uyandırıyor ve gaflet getiren vesvesesiyle birlikte şeytanı kovuyorum,' cevabını verdi. Hz. Ebû Bekir'in hâli cem', Hz. Ömer'in hâli ise fark idi. Ama en mükemmel hal, Hz. Peygamber'in hâli olan cem'u'l-cem'dir. Hâzık bir ruh ve kalb doktoru, yüce mertebelere ulaştırıcı şefkat ve merhamet timsali olan Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'e biraz sesini yükseltmesini emretti. Böylece, hem etrafta duyanlar yararlanacaktı, hem de Hz. Ebû Bekir, masivayı yakıp yok eden tevhid hâlinden cem' ve şuhûd hâline geçecekti, böylece vahdet eşyanın kesretini örtmemiş, yaratıklar da Yaratan'a perde olmamış olacaktı. Bu, Efendimizin ulaştırmakla görevli bulunduğu evliya-yi izamın mertebesidir. Hz. Ömer'e de biraz sesini kısmasını emretti. Böylece namaz kılıp Kur ân okuyan diğer kimselerin dikkati dağılmamış olacağı gibi, özürlerinden ötürü uyuyanlar da rahatsız edilmeyecekti. Ayrıca Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e, erbabı nazarında ibadetin tadı, itaatin özü olan münacattan mahrum kalmamasını da emretmiş ve mizacını ta'dil etmiş oluyordu." (Seharenfurî, Bezlu'l-Mechûd, 7/89) 
Yine bir gece Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Aişe Validemiz ile birlikte, Ebû Musa el-Eşarî'nin kapısından geçerken, onun o güzel sesiyle Kur ân okuduğunu duymuş ve bekleyip bir süre dinlemişlerdi. Sabahleyin durumu anlatınca, Ebû Musa el-Eşarî, "Ya Resûlellah, eğer beni dinlediğinizin farkına varsaydım, daha güzel okumaya gayret ederdim" dedi. (Ebû Nuaym, Hılye, 1/258)

Huzeyfe İbn el-Haris, Hz. Aişe'ye, Efendimizin gece Kur ân okurken nasıl okuduğunu sorup, "Bazen sesli bazen da sessiz" cevabını alınca sevincini, "Bu konuda genişlik yaratan Allah'a hamd olsun" şeklinde dile getirmişti (Tirmizî, "Salât," 330).
Netice olarak diyebiliriz ki, hem sesli hem sessiz okumaya teşvik eden rivâyetler bulunmaktadır. Öyle ise, gösterişten korkan sessiz okusun. Böyle bir endişesi olmayan, başkasını rahatsız etmemek şartıyla, sesli de okuyabilir. Sesli okumanın, dinlemek, öğrenmek, haz duymak yoluyla başkasına da faydası olmaktadır. Ayrıca okuyanın uykusunu dağıtarak uyanık tutar ve dikkatini toplamasına yardımcı olur. Bu arada duyanları da kalkmaya teşvik eder.

Kur ân'ı, sevgilinin sözlerini dinleme iştiyak ve zevkiyle okuyan marifet ehli, kalbi masiva (Allah'ın dışındaki her şey) kirlerinden temizlenen kişinin Kur ân okumaktan hiç bir zaman bıkmayacağını, Kur ân ezberlemeyen mü'minin çok eksik olacağını ve Kur ân'sız münacat yapılamayacağını belirtmişlerdir (İbn Receb, Camiu'l-Ulûm ve'l-Hikem, 2/343). Ebû Süleyman ed-Daranî, "Bazıları Kur ân okurken düşünür ve ağlar, bir kısmı Kur ân okurken düşünür ve coşar, üçüncü kısım ise Kur ân okurken düşünür ama ne nara atar ne de ağlar, sadece hayret içinde dona kalır," diyerek gece ehlini üç sınıfa ayırmış, bu üç hâlin oluşma sebebini soranlara ise, "bunu açıklamaya gücüm yetmez" cevabını vermiştir (Ebû Nuaym, Hılye, 10/20).

Marifet ehlinin diğer ibadetler gibi Kur ân okumaya bu derece önem vermesinin sebebi, Allah rızasına nail olmakla birlikte marifet ilmini elde etmektir. Çok tefekkür ve tekrarla okunan Kur ân sayesinde kalbe marifet kapıları açılır ve her âyetten, bazen bir kelimeden, bir çok mânâ çıkarma imkânı elde edilir. 
"Kur ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?" (Muhammed, 47/42) âyetini zikrettikten sonra Serrac (378/988): "Kalplerin kilitleri, günahtan, dünya sevgisinden, uzun gafletten, hırstan, övülmeğe düşkün olmaktan ötürü kalplere çöken paslardır. Tevbe ile kalbin pası silinince gaybdan kalbe nurlar doğar, o kimse kalbinden taşan hikmetleri söyler. Allah Resûlü'ne uyarak içini dışını temizleyip bildikleriyle amel edenleri Cenab-Hak, bilmedikleri ilme muttali kılar ki, bu işaret ilmidir." der (el-Luma', 147-148). Onun için tasavvuf ehlinin yaptığı tefsirlere, dirayet ve rivâyet tefsirlerinin yanında üçüncü bir şık olarak işarî tefsir denmiştir.

26 Mayıs 2013 Pazar

Allah Diyen Aslanlar Herkesi Şaşırttı ...

BİR HAYVANAT BAHÇESİNDE ' ALLAH ' DİYE BAĞIRAN ASLANLAR HERKESİN AĞZINI AÇIK BIRAKTI...GÖRÜNTÜ KALİTESİ AYARLARINDA HD YAPABİLİRSİNİZ ... 

İŞTE O GÖRÜNTÜLER:  


                

25 Mayıs 2013 Cumartesi

EN BÜYÜK GÜNAHLAR


Büyük günahlardan bazıları şunlardır:

1- Haksız yere adam öldürmek.
2- Zinâ etmek.
3- Livâta etmek.
4- Şarâb ve her türlü alkollü içkileri içmek.
5- Hırsızlık etmek.
6- Uyuşturucu kullanmak.
7- Başkasının malını cebren almak. Ya’nî zorla almak.
8- Yalancı şâhidlik yapmak
9- Ramazan orucunu, özürsüz, müslümanların önünde yimek.
10- Fâiz alıp-vermek.
11- Çok yemîn etmek.
12- Anne-babasına âsî olmak, karşı gelmek.
13- Yakın, sâlih akrabayı ziyâret etmemek.
14- Muharebede, harbi terk edip düşman karşısından kaçmak.
15- Haksız yere yetîmin malını yimek.
16- Terâzisini ve ölçeğini hak üzere kullanmamak.
17- Namazı vakti girmeden önce veyâ vakti çıktıktan sonra kılmak.
18- Mü’min kardeşinin gönlünü kırmak. Kâ’beyi yıkmakdan dahâ büyük günâhdır. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yokdur.
19- Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” söylemediği sözü söylemek ve Ona isnâd eylemek.
20- Rüşvet almak.
21- Malın zakâtını ve öşrünü vermemek.
22- Gücü yeten kimse, günâh işleyeni görünce, men etmemek.
23- Canlı hayvanı ateşde yakmak.
24- Kur’ân-ı azîm-ûş-şânı öğrendikden sonra, okumasını unutmak.
25- Allahü azîm-ûş-şânın rahmetinden ümîdini kesmek.
26- Müslümân olsun, kâfir olsun, insanlara hıyânet etmek. Hainlik yapmak.
27- Domuz eti yemek.
28- Resûlullahın Eshâbından herhangi birisini sevmemek ve söğmek.
29- Karnı doydukdan sonra yemeğe devâm etmek.
30- Kadın, vazifesini özürsüz yapmamak.
31- Kadınlar, kocasından izinsiz ziyârete gitmek.
32- Bir nâmûslu kadına, fâhişe demek.
33- Müslümanlar arasında söz taşımak.
34- Avret mahallini başkasına göstermek. Erkeğin göbekle dizi arası, kadının, saçı, kolu, bacağı avretdir. Başkasının avret yerine bakmak da harâmdır.
35- Besmelesiz kesilen hayvanı yimek ve başkasına yidirmek.
36- Emânete hıyânet etmek.
37- Müslümânı gıybet etmek.
38- Hased etmek.
39- Allahü azîm-ûş-şâna şirk koşmak.
40- Yalan söylemek.
41- Kibrlilik, kendini üstün görmek.
42- Ölüm hastasının vârisden mal kaçırması.
43- Bahîl, çok hasîs,cimri olmak.
44- Dünyâya muhabbet etmek.
45- Allahü teâlânın azâbından korkmamak.
46- Harâm olanı, harâm i’tikâd etmemek.
47- Halâl olanı, halâl i’tikâd etmemek.
48- Falcıların falına, gaybdan haber vermesine inanmak.
49- Dîninden dönmek, mürted olmak.
50- Özrsüz, yabancı kadınına, kızına bakmak.
51- Kadınların dar elbise giymesi.
52- Erkeklerin kadın elbisesi giymesi.
53- Kabe-i şerifte günâh işlemek.
54- Vakti gelmeden ezân okumak ve namaz kılmak.
55- Kanûnlara âsî olmak, karşı gelmek.
56- Hanımının anasına sövmek.
57- Ettiği iyiliği başa kakmak.
58- İpek giymek [erkekler için].
59- Câhillikde ısrar etmek. Ehl-i sünnet i’tikâdını, farzları, harâmları ve lüzûmlu olan her bilgiyi öğrenmemek.
60- Allahü teâlâdan ve islâmiyyetin bildirdiği ismlerden başka şey söyliyerek yemîn etmek.
61- Zaruri öğrenmesi gereken ilmden kaçınmak.
62- Câhilliğin musîbet olduğunu anlamamak.
63- Küçük günâhı tekrar işlemekde ısrar etmek.
64- Bir namaz vaktini kaçıracak zemân kadar cünüb gezmek.
65- Âdetli ve lohusa hâlinde hanımına yakın olmak.
66- Tegannî eylemek. Ahlâksız şarkıları söylemek, müzik, çalgı aletleri kullanmak.
67- İntihâr etmek, ya’nî kendini öldürmek.
Müt’a nikâhı, muvakkat nikâh harâmdır. Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile çıkmaları da harâmdır.
Kaba avret yerleri dar elbise ile örtülmüş kadına, şehvetsiz de bakmak harâmdır. Yabancı kadının iç çamaşırlarına şehvetle bakmak harâmdır. Sıkı, dar örtülmüş, kaba olmıyan avret yerlerine şehvetle bakmak harâmdır. Şehvete, harâma sebeb olan resmleri yapmak, basmak, resm etmek harâm olur. [Harâmlara ne olurmuş demek küfr olur].
Geçmiş evliyâya dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden şerî’ate uymıyan mânâlar çıkarmak, öldükden sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce velîlikleri biter sanmak ve onların kabirleri ile bereketlenenlere mâni’ olmak, müslümanlara sû’izan, zulüm etmek, mallarını gasb etmek gibi ve hased, iftirâ ve yalan söylemek ve gıybet etmek gibi harâmdır.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Camilere Gitmenin Fazileti


Bu bölümdeki 8 hadis-i şeriften; mescidlere ibadet için gelip gidişlerimiz cennetteki bize yapılacak ikramı arttırır. Mescide giderken attığımız her adım bir küçük günahımızı silip derecemizi yükseltir. Cemaatle kılınan namaz tek başına kılınandan daha büyük sevap kazandırır, karanlık gecelerde mescide giden kimselerin kıyamet gününde tam bir aydınlığa kavuşacaklarını, gerçek müminlerin bir sıfatlarının da mescidlere gitmelerinin olduğunu, öğreneceğiz. [1]



1055. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim sabah akşam camiye gider gelirse, her gidip gelişinde Allah Taâlâ o kimseye cennetteki ikramını hazırlar.”[2]


1056. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kimse evinde güzelce temizlenir, sonra Allah’ın farzlarından bir farzı yerine getirmek için Allah’ın evlerinden birine giderse, attığı adımlardan her biri bir günahı silip yok eder; diğer adımı da onu bir derece yükseltir.”[3]


1057. Übey İbni Kâ’b radıyallahu anh şöyle dedi:
– Ensardan bir adam vardı. Evi mescide ondan daha uzak olan bir kimse bilmiyorum. Buna rağmen hiçbir namazı kaçırmıyordu. Kendisine:
– Keşke bir merkep satın alsan! Karanlık ve sıcak günlerde ona binerdin? denildi. Adam:
– Evimin mescide yakın olması beni sevindirmez. Ben mescide gelip giderken attığım her adıma sevap yazılmasını istiyorum, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Allah Teâlâ bunların hepsinin sevabını senin için bir araya topladı” buyurdu.[4] 


1058. Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
– Mescidin etrafındaki arsalar boş kalmıştı. Benî Selime, mescidin yakınına taşınıp yerleşmek istediler. Bu arzu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşınca, onlara:
– “Bana gelen bilgiye göre, mescidin yakınına taşınıp yerleşmek istiyormuşsunuz, öyle mi?” buyurdu. Onlar:
–Evet, ey Allah’ın Resulü! Böyle arzu etmiştik, dediler. Resûl–i Ekrem iki defa: 
– “Ey Selime oğulları! Yurtlarınızdan ayrılmayınız ki, adımlarınıza sevap yazılsın” buyurdu. Onlar da:
– Şu halde yerlerimizden göçmek bizi sevindirmeyecek, dediler.[5] 


1059. Ebû Mûsa radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz namazdan en çok sevap kazanacak insanlar, uzak mesafelerden camiye yürüyerek gelenlerdir. Namazı imamla birlikte kılmak için bekleyen kimsenin sevabı, namazı tek başına kılıp sonra uyuyan kimseden daha büyüktür.”[6]


1060. Büreyde radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Karanlık gecelerde mescidlere yürüyerek giden kimselere, kıyamet gününde tam bir nura kavuşacaklarını müjdeleyiniz.”[7]


1061. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– ”Size, Allah’ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselteceği hayırları haber vereyim mi?” buyurdular. Ashâb:
– Evet, yâ Resûlallah! dediler. Resûl–i Ekrem:
– ”Güçlükler de olsa abdesti güzelce almak, mescidlere doğru çok adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra öteki namazı beklemek. İşte ribâtınız, işte bağlanmanız gereken budur” buyurdular.[8] 


1062. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mescidlere devam etmeyi alışkanlık haline getiren bir adamı gördüğünüz zaman, onun gerçek mü’min olduğuna şahitlik ediniz”. Allah Taâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar onarırlar. İşte onlar, doğru yolu bulanlardan olabilirler” (Tevbe: 9/18)[9]


* Camilerin imarı; tamiratı ve bakımı olabileceği gibi, Allah ve Resulünün istediği şekilde cemaat olmak aynı gaye ve hedef uğrunda toplanan insanlar grubunun, camiyi yine aynı maksatlarla kullanmaları demektir. Cemaatin tarifi de zaten budur. İçerisinde namaz kılınmayan mescidler ve gaye hedef birliği olmayanların toplandıkları mescitler de harap sayılırlar. Tuvalet ve banyo ve benzeri yerler dışında her yer dinimize göre mescid sayılırlar buna göre düşünecek olursak sahraların veya namazgah denilen etrafı dört duvarla çevrili yerlerin imarı, oradaki toplanan insanların gaye ve hedef birliği içerisinde olmaları ve bu şuurda bir araya gelmeleri ve hazır bir güç olmaları demektir. Bu maksat ve gayelerle cemaatler oluşturulmamışsa tüm mescidlerimiz harap halde ve kuru kalabalıklara meydan okuyor demektir. [10]


Kaynak:

1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 318.
[2] Buhârî, Ezân 37; Müslim, Mesâcid 285. 
123 de geçmişti.
[3] Müslim, Mesâcid 282. 
[4] Müslim, Mesâcid 278. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 48. 
137 de geçmiş gerekli açıklama orada verilmişti.
[5] Müslim, Mesâcid 280. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (36) 1. 
1065 de benzeri var.
[6] Buhârî, Ezân 31; Müslim, Mesâcid 277. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 48; İbni Mâce, Mesâcid 15. 
[7] Ebû Dâvûd, Salât 50; Tirmizî, Salât 166. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mesâcid 15.
Bu hadis bir nevi Tahrim: 66/8 ve Hadid: 57/13 ayetlerinin tefsiri durumundadır.
[8] Müslim, Tahâret 41. Ayrıca bk. Tirmizî, Tahâret 39; Nesâî, Tahâret 180; İbni Mâce, Tahâret 49, Cihâd 41. 
Önceden 131 ve 1030 numaralarda geçmişti.
[9] Tirmizî, Îman 8, Tefsîru sûre(9). Ayrıca bk. İbni Mâce, Mesâcid 19. 
[10] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 319.

Melekler ve Görevleri


Melekler, Allah'in nurdan yarattigi varliklardir.
Onlarda erkeklik ve disilik yoktur.
Yemez, içmez, yatip uyumazlar, yorulmaz ve hastalanmazlar.
Allah'n diledigi kadar yasarlar. Yerde, göklerde ve her tarafta bulunurlar.
Melekler Allah'in her emrini yerine getirir, O'na hiç bir sûrette karsi gelmezler.

Nitekim Kur'an-i Kerim'de:

''Onlar (Melekler) Allah'in emirlerine Karsi gelmezler ve emrolunduklari seyleri aynen yaparlar


Melekler, yaptiklari islere göre üç büyük gruptur:

1.Grup:
illiyyûn, Mukarrabûn diye anilir ki, bunlar devamli olarak Allah Teâlâ'yi tehlîl ve tenzîh ile yani 'iailahe illallah'' demekle, Allah Teala'nin noksan sifatlardan münezzeh oldugunu ifade etmekle mesgul olurlar.
2.Grup:
Müdebbirât diye anilan meleklerdir ki, bunlar kainatin düzeni ile ilgili islerle görevlidirler.

3.Grup.
Peygamberlere Allah'in vahyini ulastirmakla görevlidirler .

Peygamberimize Allah'in emir ve yasaklarini ulsatiran melek Cebrail adini tasiyan melektir.

Baslica Büyük Melekler sunlardir:

Cebrâil aleyhi's-selam:
Allah ile Peygamberler arasinda elçilik yapan melektir.

Mikail aleyhi's-selam:
Tabiat olaylariyla ilgili görevleri olan melektir.

isrâfil aleyhi's-selam:
Kiyametin kopmasi ve in-sanlann öldi-ikten sonra tekrar dirilmeleri için ''sfir''a iiflemekle görevli olan melektir.

Azrail aleyhi's-selam:
Can almaya memur olan melektir.

Bilinen diğer melekler de şunlardır:

Münker-Nekir (Ölümden sonra, kabirde sorguyla görevli melekler),

Kirâmen Kâtibin/Hafaza

(İnsanların amellerini yazmakla görevli melekler),

Hamele-i Arş (Arşı taşıyan melekler),

Hazin (Cennet ve cehennemde bekçilikle görevli melekler),

Zebânî, Mâlik (Cehennemde görevli melekler),

Rıdvân (Cennette görevli melekler),

Mukarrabûn ve İlliyyûn

(Allah'a çok yakın ve onun katında üstün mevkie sahip melekler).
Aynca, devamli olarak insanlarla beraber bulunan ve insanların yaptikları iyilik ve kötülükleri yazan melekler de vardir.

Bunlara: '' Hafaza, Kirâmen Kâtibîn'' denir.

Nitekim Kur'an-i Kerim'de:

''sunu iyi bilin ki üzerinizde muhafizlik yapan degerli yazicilar vardir. Onlar, yapmakta olduklarinizi bilir ve yazar.'' (40) buyurulmustur.

Meleklerin bazilari da öldükten sonra insanlara sorular sorarlar.
Bunlara da, ''Münker-Nekir'' veya ''Münkereyn'' denir.
Bilinmedikleri ve taninmadiklan için bu adla anilmaktadirlar.

Melekler, son derece kuvvetli ve sür'atli varliklardir. Bizim yapamadigimizi onlar kolayca yapar, ulasamadigimiz yerlere çabucak ulasirlar.

Meleklerin sayilarini ancak Allah bilir.

Meleklerin temel görevleri, Allah'a kulluk etmek; O'nun emirlerini yerine getirmektir.

Hz. Yusuf'un Hayatı


Hazreti Yusuf, bütün yaşamı ile, başından geçenler ile, nefsine hakimiyeti ile hepimize örnek olması gereken bir Allah dostudur. 

Hazreti İbrahim’in ölümünden sonra yerine oğlu İshak geçti. İshak da ölünce onun yerine oğlu Yakup aldı. Yakup’un 12 oğlu vardı. Bunlardan 10’u büyüktü. Yusuf ile Bünyamin küçük birer çocuktular.

Yakup, çocukları içinde en çok Yusuf’u severdi. Yusuf’a hediyeler vererek, istediği gibi hareket etmesine göz yumarak ötekilerden daha çok sevdiğini belli ederdi. Babalarının Yusuf’u çok sevmesi öteki büyük kardeşlerini kıskandırdı. Yusuf bürüdükçe bir takım rüyalar görmeye başladı. Bu rüyalardan birisinde kardeşleri, önünde diz çöküyorlar, onu saygıyla selamlıyorlardı. Yusuf rüyasını saklamadan, olduğu gibi kardeşlerine söyledi. Buna kardeşleri çok kızdılar: “Sen başımıza geçmeye izin vereceğimizi mi sanıyorsun?” dediler; ondan soğudular.

Yusuf 17 yaşına gelince, babası ona renkli kumaşlarda bir ceket hediye etti. Bu, kardeşlerine çok kızdırdı. Çünkü onlar, bu hediyeyi babasından sonra yerine geçeceğine bir işaret saydılar.

Sonunda Yusuf’tan öç almaya karar verdiler. Günün birinde sürüleri uzaklara götürdüler. Yakup sürülere bakan oğullarının geciktiğini görünce, haber almak için Yusuf’u onlara gönderdi. Yusuf babasının kendisine verdiği ve daima onunla öğündüğü güzel ceketini giydi, kardeşlerini aramaya gitti.

Kardeşleri Yusuf’u görünce birbirlerini: “Bizim başımıza geçmeyi düşüne bu çocuktan kurtulmanın tam zamanı.” dediler.

Yusuf yanlarına varınca, onu kötü halde korkuttular. Güzel ceketini yırttılar ve Yusuf’u kuyuya attılar. Biraz sonra da oradan geçen bir Arap tüccara yirmi gümüş parçasına sattılar. Sonra bir keçi kestiler. Yusuf’un güzel ceketini kana boyadılar.

Babalarının yanına gelince kanı ceketi göstererek: “Bak baba! Bunu eve gelirken bulduk.” dediler.

Yakup, Yusuf’un kanlı ceketini görünce: “Bu oğlunun ceketi. Bir vahşi hayvan onu parçalamış.” diye ağladı. Zavallı Yakup sevgili oğlunun ölümüne çok üzüldü. Onu hatırladıkça ağladı. Ne oğulları, ne de kızları onun kanayan kalbinin acılarını dindiremedi.

Yusuf’un kardeşleri babalarının üzüntüsünü görünce, Yusuf’a yaptıklarına pişman oldular. Ama onlar Yusuf’un Mısır’da bir köle olarak yaşadığını biliyorlardı.

Kenan ili, zengin Mısır’la, verimli Mezopotamya arasında uzanıyordu. Kardeşlerini sattıkları Arap tüccarlar, bu zengin iki memleket arasında ticaret yapıyorlardı. Yusuf’u satın aldıkları zaman Mezopotamya’dan Mısır’a dönüyorlardı. Onlar, Mısır’a baharat, altın ve mücevherat getiriyorlar; oradan da ipek, fildişi Mezopotamya’da satıyorlardı.

Yusuf’u satın alan tüccarlar, böyle yakışıklı bir tutsağı Mısır’da çok pahalıya satacaklarından dolayı çok sevindiler. Mısır’a gelince Yusuf’u Firavun’un koruma subaylarımdan Potifor’a sattılar.

Yusuf, Mısırı, memleketi Kenan ilinden çok ayrı buldu. Mısır, bu genç delikanlıya çak güzel ve şirin göründü. Yusuf, o zamana kadar hep çadırda yaşamıştı. Oysa mısırlılar güzel elbiseler giyiyorlar, taş, tuğla ve tahtadan yapılmış evlerde oturuyorlardı.

Firavun, büyük ve güzel bir sarayda yaşıyordu. Halk, güzel tapınaklarda tanrılara tapıyordu.

Yusuf, binlerce tutsağın yaptığı göklere baş çeken piramitlere baktıkça hayretten hayrete düştü.

Yusuf’un hatırına günün birinde güzel saraylarda yaşayacağı, bu güzel memleketi yöneteceği hiçbir zaman gelmiyordu. Ama bu böyle oldu:

Firavun, bir gece korkunç bir rüya gördü. Adamları bu rüyayı yorumlayamadılar. firavunun üzüntüleri arttı. Günün birinde adamlarından birisi ona: “ben genç bir İbrani biliyorum, rüyaları çok güzel yorumluyor, belki bunu söyleyebilir.” dedi.

Firavun: “Hemen yanıma getirin.” diye emir verdi.

Yusuf saraya getirildi. Kötü elbiseleri sırtından çıkarıldı, büyük firavunun girebilecek güzel elbiseler girdirildi.

(Zindana gidip “Yusuf, ey doğru (sözlü insan)… Yedi besili ineği yedi zayıf (ineğin) yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (rüya) konusunda bize fetva ver. Umarım ki insanlara da (senin söylediklerinle) dönerim, belki onlar (bunun anlamını) öğrenmiş olurlar.” (Yusuf Suresi, 46)


Firavun, Yusuf’a rüyasını anlattı. Yusuf onu dikkatle dinledi. Sonra rüyayı çözerek anlatmaya başladı.

O, firavunu bunun bir haber olduğunu, yedi bolluk yılını yedi kıtlık yılının izleyeceğini söyledi. Buna çare olarak da bolluk yıllarında fazla kuru yiyeceklerin ambarlara depo edilmesine, kıtlık yıları gelince, bunların halka dağıtılması gerektiğini sözlerine ilave etti.

Firavun, bundan çok memnun oldu. Hemen Yusuf’un parmağına bir yüzük geçirdi ve: “Bu işte en yüksek memur olacaksın. Bütün halk önünde diz çökecek ve seni benim gibi selamlayacaklar!” dedi.

Firavun, Yusuf’a giymesi için güzel elbiseler, binmesi için arabalar, oturması için saraylar verdi. Artık siz Yusuf’un ne kadar mutlu olduğunu düşünün.

Yusuf yedi yıl içinde, Mısır’ın her tarafını dolaştı, fazla yiyecekleri ambarlara doldurdu. İşini o kadar güzel yaptı ki, yedi bolluk yılı sonunda bütün ambarlar dolmuştu.

Bundan sonra Yusuf’un dediği kıtlık yılları başladı. Nil nehri eskiden olduğu gibi taşmadı. Yakıcı güneş altında topraklar kurudu ve çatladı. Halk, eğer buğday bulamasak açlıktan öleceğiz, diye düşünmeye başladı.

Mısırlılar, yiyeceklerini bitirdikten sonra Firavun’a gittiler, ondan yiyecek istediler. Firavun, bunlara: “Yusuf’a gidiniz, ne yapmanızı emrederse öyle yapınız!” dedi. Halk, Yusuf’a başvurunca, o ambarları açtı, halka yiyecek dağıttı.

Firavun ve bütün Mısırlılar, Yusuf’un bu iyiliğine çok memnun oldular. Bunun gibi akıllı adamın yıllarca başlarında kalması tanrılarından dilerdiler.

Kıtlıktan acı çeken yalnız Mısırlılar değildi. Komşu memleketlerinde de kıtlık vardı. Bunlar mısırlılar gibi hazıklıklı olmadıklarından açlıktan öldüler.

Babası ve kardeşlerinin yaşadığı Kenan iline de aylardan beri yağmur yağmamıştı. Sürüler ot bulamadıklarında ölüyorlardı. Yakup ve çocukları, ne yapacaklarını şaşırmışlar, acı acı düşünmeye başlamışlardı. İşte bu sırada Mısır’da çok yiyecek bulunduğu haberi duyuldu. Yakup, çocuklarına hemen mısır’a gitmelerini, mümkün olduğu kadar fazla yiyecek getirmelerini söyledi.

Kardeşleri Mısır’a geldiler. Büyük vali Yusuf’a başvurdular. Yanına girince yerlere kadar eğilerek onu selamladılar. Onlar, küçük kardeşleri Yusuf’un önünde eğildiklerini bilmiyorlardı. Ama Yusuf kardeşlerini tanıdı. Kalbi heyecanla şiddetle çarpmaya başladı. Kardeşlerine kim olduğuna dair bir şey söylemedi; ama onlara başına götürmek üzere bol miktarda yiyecek verdi.

Ancak korkunç kıtlık bir türlü sona ermiyordu. Kardeşlerinin aldığı yiyecek kısa bir süre sonra bitmişti. İkinci bir defa, daha fazla yiyecek almak için Mısır’a gelmek zorunda kaldılar. Yusuf, onlara kardeşleri olduğunu söylemedi. Yalnız: “Sizin babanız sağ mı?” diye sorular sordu.

Ama kardeşleri üçüncü defa önüne gelince, artık sırsını saklayamadı: “Ben sizin Mısırlılara sattığınız kardeşiniz Yusuf’un.” dedi.

Kardeşleri bu büyük Mısır valisinin kendilerini öldüreceğini düşünerek çok korktular. Yusuf bunu anladı. Onlara: “Korkmayınız, size zararım dokunmayacak. Tanrı benim Mısır’a gelmemi ve sizin hayatınızı kurtarmamı emretmiş. Hemen babama gidin ve bu sevinçli haberi duyurun.” dedi. Hemen Kenan iline gitmelerini, babası ve kabilelerini zengin Mısır’a getirmelerini, burada beraber yaşamaları gerektiğini söyledi.

Kardeşleri, dönüşte çok sevinçli ve heyecanlıydılar. Bu güzel haberi babalarına duyurmak için can atıyorlardı.

Memlekete dönünce olan bitenlere babalarına anlattılar. Yusuf’un yaşadığın, iyi olduğunu Mısır’ı yönettiğini söylediler. Yakup, buna inanmadı. Ama Yusuf’un onlara söylediklerini ve kendisine verilmek üzere gönderilen yiyeceği görünce anlatılanların doğruluğuna inanır gibi oldu. Artık siz onun ne kadar mutlu olduğunu, ne kadar çabuk Mısır’a gitmek istediğini düşünün.

Yakup çok ihtiyarlamıştı. Yolculuk onu çok hırpaladı. Ama o sevgili oğlunu görmek için bu acılara katlandı. Yusuf, babasının gelmekte olduğunu duyunca arabasıyla karşılamaya gitti. Babası onu bir defa daha kolları arasına aldı. Şu ihtiyar yaşına, dünyanın en güzel mutluluğunu kendisine verdiği gibi tanrıya dualar etti.

Firavun, İbranilere çok nazik davrandı. Onlara toprak verdi. İbraniler, Firavun’un Mısır’da yaşamalarına izin vermesine çok sevindiler. Mısır’ın kendi memleketlerinden daha güzel olduğunu ilk bakışta anladılar. Uzun yıllar Mısır’da barış ve rahatlık içinde yaşadılar.

HZ. YUSUF’UN SAMİMİ DUASI

Hz. Yusuf’un Allah’a son derece bağlı, O’nu veli edinen bir insan olduğundan ve Allah’ı çok fazla zikrettiğinden, O’na sürekli şükrettiğinden kitap boyunca bahsettik. Bu gerçeği aşağıdaki ayette, Hz. Yusuf’un söylediği sözlerde de görmek mümkündür:

“Rabbim, Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkanını) verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat.” (Yusuf Suresi, 101)

Hz. Muhammed nasıl göğe yükseldi?


Miraç mucizesi Kur’ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur’ân’da şöyle anlatılır:

“Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)

Miraçın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâdan başlayarak semânın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle’ anlatılır:

“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)

Miraç nasıl oldu?
Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ’ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Mescid-i Haramdan (Mekke’den), Mescid-i Aksâ’ya (Kudüs’e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi.

Kudüs’e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa’nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ’ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.

Bir rivayette Hz. İsa’nın doğduğu yer olan Betlaham’a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi.

Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.

Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü’l-müntehâ’ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü’l-Ma’mur’u ziyaret etti.

Hz. Cebrail’in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.
Süleyman Çelebi’nin dediği gibi

“Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti/Âhirette öyle görür ümmeti” İnşaallah...

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.

Hz. Musa’nın, “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.

Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail’in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke’ye döndü.

Sabah olunca Kabe’nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı. Onlar Peygamberimizden delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.

Ama yine de Peygamberimizden üst üste Miraça çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs’e, Mescid-i Aksâ’ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “Bir ayda gidilebilen Bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ’yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ’yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize soru yönelttiler.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü’l-Makdis’i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü’l-Makdis’in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü’l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”

Bunun üzerine müşrikler:
“Vallahi dos doğru tarif ettin” dediler, ama yine de iman etmediler.

O esnada Hz. Ebû Bekir çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir, “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız seksiz şüphesiz doğrudur” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.

Miraç Gecesi Namazı
Miraç gecesi kılınacak namaz on iki rekattır. İki rekatte bir selam verilerek kılınacak olan namaz on iki rekat ile bitirilir. Her rekatte Fatihadan sonra on kere ihlas okunur. Kılınma zamanı yatsı namazı kılındıktan sonra, imsak vaktine kadar ki herhangi bir vakit olabilir. Bu oniki rekat namaz bittiği zaman selamdan sonra yüz defa :

“Sübhanallahi vel hamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” duası okunur.

Ardından da yüz kere istiğfar yapılır.

Miraç Gecesinin Gündüzünde Kılınacak Namaz
Miraç gecesinin gündüzünde öğlen namazını kıldıktan sonra sonra dört rekat namaz kılınır. 
Bu namazın;birinci rekatında Fatiha’ dan sonra bir kere Felak suresi, ikinci rekattan sonra bir kere Nas suresi, üçüncü rekatta üç kere Kadr suresi, dördüncü rekatta elli kere İhlas suresi okunur.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Regaib Kandili'nin Önemi


Aziz ve sıddık kardeşlerim ve fedakâr ve sadık arkadaşlarım!

Evvelâ: Sizin, bu mübarek şuhur-u selâse ve içindeki kıymetdar leyali-i mübarekeleri tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, herbir geceyi sizin hakkınızda birer Leyle-i Regaib ve Leyle-i Kadir kıymetinde size sevab versin, âmîn. ( Kastamonu Lahikası, 84 ) 

Regaib Kandili Nedir? 

Regaib Kandili, Regâib, arapça bir kelimedir ve "reğa-be" kökünden gelmektedir. "Reğa-be", kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. "Reğîb" kelimesi ise, "reğabe"'den türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demektir. Müennesi, "reğîbe"dir. "Reğîbe"nin çoğulu da "reğâib" dir. Kelime olarak "Regâib"in aslı budur. 

Receb'in ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir. Bu geceye Regaib gecesi ismini melekler vermişlerdir. Her Cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler [ihsanlar, ikramlar] yapar. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. Regaib gecesini ibadetle geçirmeli, kazası olan, hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmalı! Kazası olmayan da nafile namaz kılar, Kur'an-ı kerim okur, tesbih çeker, tövbe istiğfar eder. Perşembe günü oruç tutup, gecesini de ihya etmek çok sevaptır. Receb ayında oruç tutmak faziletlidir. 

Peygamberimiz (a.s.m)' ın Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu ay Receb ayıdır. Bu Receb ayında oruç tutmanın muazzam, muhteşem sevabları var. 

Bir de bu ayda sevablar kulların defterlerinin sevab hanelerine, bol bol dökülmesi dolayısıyla da recebül esabb denmiştir. Yâni, sevabların bol bol, şarı şarıl, gürül gürül döküldüğü ay demek... Sabbe, Arapçada dökmek demek... Nehrin de böyle dağlardan çağlayarak şaldur şuldur akıp da döküldüğü yere münsab derler; o da aynı kökten... Receb-ül esabb; Allah'ın rahmetinin cûşa gelip, ikram ü ihsanâtının şarıl şarıl, güldür güldür kullara geldiği ay demektir. 

Arifler ve din alimleri kitaplarında yazmışlar ki, bu ay ekim, ekme, ziraat ayıdır. Sevaplı işler, oruç tutmak, tevbe etmek vs. güzel şeyler yapılır. Bir mahsulün ekilmesi gibi ziraat, ekim ayıdır. Şa'ban bakım ayıdır. Ramazan biçim ayıdır, yâni mahsulün alındığı aydır demişler. Demek ki Receb ayı, bizi Ramazan ayına hazırlayan bir mevsimin ilk adımı olmuş oluyor. 

Onun için, "Receb ayı tevbe ayıdır." demişler. Yâni kul ne yapacak?.. "Yâ Rabbi! Ben anlayamamışım, hatâ etmişim, bilememişim, suçluyum, kusurluyum; beni affet..." diyerek hatâsını itiraf edip, hatâsından dönerek, Cenâb-ı Hakk'ın yoluna girecek. 

Şa'ban ayı ibadetlere devam etme ayıdır. Ramazan da mükâfatlarını alma ayıdır. Böyle çeşitli kelimelerle bu ayların birbirleriyle irtibatlı olduğu beyan edilmiştir. 

Regaib ile ilgili ayet-i Kerimeler: 

Regâib kelimesi Kur'an'da geçmemektedir. Ancak "reğabe"den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur'ân'da sekiz yerde geçmekte ve "reğabe"nin ifâde ettiği mana için kullanılmaktadır . 

Ayrıca, "Şüphesiz Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah'ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin." (Tevbe Suresi, 36) Hz. Peygamber'in ( a.s.m ) ( aşağıda hadisler bölümünde bulunan) bir hadisinde, ayet-i kerimede işaret buyurulan haram ayların, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları olduğu vurgulanmaktadır: " 

Receb Ayı ve Regaib Gecesi ile İlgili Hadis-i Şerifler: 

• Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder. [Gunye] 
• Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb'in hepsini tutmuş gibi sevap verilir. [Miftah-ül-cenne]
• Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır.) [Ebu Yala] 
• Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İbn-i Asâkir] 
• "Receb-i Şerîf'in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur." buyuruyorlar. (Camiu-s sağir) 
• İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri: "Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz O'nu hiç iftar etmeyecek zannederdik. Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O'nu hiç oruç tutmayacak zannederdik." buyurmuştur. (Müslim) 
• Muhakkak zaman, Allah'ın yarattığı günkü şekliyle akıp gitmektedir. Yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü ard arda gelmektedir. Zilkade, Zilhicce, Muharrem bir de Cemaziye'l-âhirle Şaban ayları arasında gelen Mudar kabilesinin ayı Recep ayıdır." (Buhârî, Tefsir, Sure, 8,9) 
• "Recep ayı Allah'ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır." (Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, 1/423) 
• Yine mübarek üç aylardan ilki olan Receb ayının önemi ve değeri hakkında Enes b. Malik ( r.a. )'dan şöyle rivayet edilir: Receb ayı girdiğinde Hz. Peygamber şöyle derdi: "Allahım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan'a ulaştır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259) 
• Receb'in ilk cuma gecesini ihya edene, Allahü teâlâ, kabir azabı yapmaz. Duâlarını kabul eder. Yalnız, 7 kimsenin duasını kabul etmez: Faizci, Müslümanları aşağı gören, ana babasına eziyet eden, Müslüman olan ve dinin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livata ve zina eden, beş vakit namazı kılmayan. [Bu günahlardan vazgeçmedikçe, duaları kabul olmaz.] [Saadet-i Ebediyye] 
• Receb büyük bir aydır. Allah bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutana, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allah istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, "Geçmiş günahların affoldu" der. Receb ayında Allahü teâlâ Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti. [Taberânî] 
• Kim Receb ayında, takva üzere bir gün oruç tutarsa, oruç tutulan günler dile gelip "Ya Rabbi onu mağfiret et" derler. [Ebû Muhammed] 
• Hz. Aişe ( r.a ) validemiz, "Resûlullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi." buyuruyor. Çünkü Hadis-i Şerifte, "Ameller Allahü teâlâya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum." buyururdu. (Tirmizî) 
• Receb ayında yapılan dua kabul edilir, günahlar affedilir. Bu ayda günah işleyenin cezası da kat kat olur. Hz. Hüseyin ( r.a) anlatır: 
"Kâbe'yi tavaf ederken, yanık sesle Allahü teâlâya dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Güzel yüzlü, temiz bir kimseydi. Ancak sağ tarafı felç olmuş, kurumuş, hareketsiz idi. Ona, "Sen kimsin, durumun ne böyle?" dedim. O kimse dedi ki: 
"Adım Menazil... Ben çalgı çalmak, şarkı söylemekle şöhret salmış, Arabistan'ın ünlülerinden bir gençtim. Hep nefsin arzuları peşinde koştum. Receb ve Şaban aylarında bile, bu günahlara devam ederdim. Salih babam, beni bu günahlardan kurtarmaya çalıştı. Bana, "Allahü Teâlânın azabı şiddetlidir, bir anda kahredebilir. Kötü arkadaşlardan vazgeç, bu kötü işleri bırak! Melekler ve bu aylar senden şikâyet ediyorlar" dedi. Nasihate hiç tahammülüm yoktu. Babamın üzerine yürüyüp, döverek susturdum. Üzüntülü ve kırık kalble, "Bu aylarda oruç tutup, geceleri ibadet ediyorum. Beytullah'a gidip şerrinden korunmak için, Allahü teâlâdan yardım dileyeceğim" dedi. Bir hafta oruç tutup, Kâbe'ye giderek, "Ey Rabbim, mazlumların âhını yerde bırakmazsın. Bu ayda, bu mübarek yerlerde yapılan duaları red etmezsin. Hakkımı oğlumdan al, onu felç et!" diye dua etti. Henüz duası bitmeden sağ tarafım felç oldu. Beni gören, "Baba bedduasına uğramış kişi" derdi." 
Hz. Hüseyin, "Baban bu hâline ne dedi?" buyurdu. O genç, "Babamdan özür diledim. Onun da babalık şefkati galip gelerek beni bağışladı. Beddua ettiği yerde, bu sefer şifa bulmam için hayır dua etmek üzere deve ile gelirken, devenin ürkmesi ile babam düşüp öldü. Şimdi çaresizim." diyor. Hz. Ali bu felçli gence dua ediyor, Receb'de yaptığı bu dua bereketiyle de Hak teâlâ ona şifa ihsan ediyor.

Regaib Gecesi ile İlgili Risale-i Nur'da Geçen İfadeler: 

Üstadımız! Nur talebelerinin okudukları bir eşi, bir benzeri daha dünyada olmayan "Cevşen-ül Kebir" isimli Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinin duasını ve çok sevablı, çok nurlu, çok faziletli salavat-ı şerifelerinizi elde ettik, okumağa başladık. Sizin devam ettiğiniz bu pek kıymetdar, çok mübarek evradlar; bizim zikrimiz, bizim virdimiz oldu elhamdülillah! Fakat en ziyade Risaleleri okumağa gayret ediyoruz, ehemmiyet veriyoruz. Çünki Nur Risalelerini ne kadar sık sık okursak, bu dualardan daha ziyade feyz alıyoruz. Duaları, evradları mübarek gecelerde, hususan Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi'rac ve Leyle-i Berat, Leyle-i Kadir ve Cuma geceleri gibi vakitlerde okuyoruz. (Hanımlar Rehberi: 158) 

"Evvelâ: Tekraren hem sizin Receb-i şerifinizi ve Leyle-i Regaib'inizi tebrik, hem Safranbolu'lu kardeşlerimizin tebriklerine mukabeleten şuhur-u selâselerini ve dört leyali-i mübarekelerini ve Nurlarla gayet ciddî alâkalarını tebrik ederiz." (Emirdağ L. - 1: 166) 

Evvelâ: Seksen küsur sene bir ömr-ü manevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i mübarekeyi ve bilhassa bu geceki Leyle-i Regaib'i tebrik ediyoruz. (Kastamonu L.: 147) 

"Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi'racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz." (Emirdağ L.-2: 121) 

Birinci Sualiniz: Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır? 
Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünki bazı şerait dâhilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. Hem bi-zahr-il gayb yani "gıyaben ona dua etmek"; hem hadîste ve Kur'anda gelen me'sur dualarla dua etmek. Meselâ: 

Allahumme inni es'elukel afve vel-afiyete livelehu fid-dini ved-dünya vel-ahiret
Rebbenatina fid-dünya haseneten ve fil-ahireti haseneten ve gıne azabennar.

gibi câmi' dualarla dua etmek; hem hulûs ve huşu' ve huzur-u kalb ile dua etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevâki'-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum'ada, hususan saat-ı icabede; hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me'muldür. O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Sizin hiç böyle bir dostunuz oldu mu?



Kötü söz söylemezdi.

Affediciliği tabii idi. İntikam almazdı.

Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.

Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmez, çok konuşmaz, boş şeylerle uğraşmazdı.

Umanı, umutsuzluğa düşürmezdi.

Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.

Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ne de ayıplardı. Kimsenin kusurunu araştırmazdı. Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.

Âdet üzere sarf edilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı. Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.

Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.

Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler; bir şeye hayret ederlerse, o da onlara uyarak hayret ederdi.

Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.

Her zaman ağırbaşlıydı.

Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı.

Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.

Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü; Ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü.

Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.

Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle demişti: "Sen dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi ol!"

Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir hâletle dururdu.

Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi. Yemek seçmez, önüne ne konulursa yerdi.

Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.

Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı.

Sabahları evinden çıkarken şöyle derdi: "İlâhî, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım."

Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşadı.

Sizin hiç böyle bir dostunuz oldu mu?

İslamiyet'in Yayılışı


İslam ahlakının benzeri olmayan yükselişinin haritası
Peygamberimiz (sav)’in tebliği, kısa zamanda geniş bir coğrafyaya ulaşmış, kendisinden sonra da hızla yayılmayı sürdürmüştür. Günümüzde de Allah'ın izniyle ve yine samimi müminlerin çabasıyla İslam ahlakının yayılışı devam etmektedir. Son araştırmalara göre, dünyanın en hızlı yayılan dini olarak kabul edilen İslamiyet'in bu coşkulu yükselişi, Allah’ın izni ile Hz. İsa’nın ve Hz. Mehdi’nin ahir zamanda ortaya çıkışıyla beraber tüm dünyaya hakim olacaktır.

FAS

İslam ahlakının Fas topraklarına ilk girişi 686 yılında Ukbe ibnu Nafi (r.a.) komutasındaki İslam orduları ile olmuştur. Bugün resmi dini İslam olan ve yaklaşık 34 milyon kişinin yaşadığı Fas’ta, halkın % 98.7'si Müslümandır. Fas toprakları İslami tarih kaynaklarında "el-Mağribu'l-Aksa (Uzak Batı)" olarak adlandırılır. Kuzeybatı Afrika ülkelerini içine alan toprakların tümüne birden de Mağrib denir. Musa İbnu Nusayr'in kumandanlarından olan Tarık İbnu Ziyad, Cebelitarık boğazını geçerek bugünkü İspanya topraklarına girmiş ve Endülüs İslam devletinin temelleri bu şekilde atılmıştır.

YEMEN

Başta da belirttiğimiz gibi, Yemen'de İslamiyet'in yayılması, Peygamberimiz (sav) hayattayken olmuştur. Yemen, Peygamber Efendimiz (sav)'in İslam Devletini ilk kurduğu dönemlerde, İran’ın kontrolündeydi ve İran tarafından görevlendirilen Bâzân adlı bir vali tarafından yönetiliyordu.
Bazan, Peygamberimiz (sav)'in elçilerinin daveti üzerine Müslüman olmuş ve Yemen valisi olarak görevine devam etmiştir. Pek çok ülkenin hüküm sürdüğü bu topraklar 1517' den sonra Osmanlıların kontrolü altına girdi. Resmi dini İslam olan, 16 milyon nüfuslu Yemen'de, halkın % 99'u Müslümandır.

MISIR

75 milyon nüfuslu Mısır'da halkın % 92'si Müslümandır.

İslamiyet Mısır’a, Hz. Ömer (r.a.) döneminde, Amr İbnu As (r.a.) aracılığı ile 639 - 642 yılları arasında girdi. İslamiyet'in halk arasında hızla
yayıldığı Mısır’da, 868 yılına kadar Halifelerin seçtiği valiler görev yaptı. Pek çok hanedanlığın hüküm sürdüğü Mısır, 1171'den 1250' ye kadar Haçlı ordularını yenilgiye uğratan Selahaddin Eyyubi'nin kurmuş olduğu Eyyubiler Devletinin hâkimiyetinde kaldı. Memlük ve Abbasilerden sonra 1517'de Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolüne giren Mısır, 1922’de bağımsızlığına kavuştu. Halkın % 92'sinin Müslüman olduğu 75 milyon nüfuslu Mısır’da, ikinci önemli etnik unsur nüfusun % 7'sini oluşturan Hristiyan Kıptilerdir.
75 milyon nüfuslu Mısır'da halkın % 92'si Müslümandır.

MALEZYA

İslamiyet'in bu bölgeye ulaşmasından önce, Brahmanistler ve Budistler bu bölgede çeşitli devletler kurmuşlardı. Farklı kaynaklara göre; İslamiyet'in Malezya'ya 1400 yılından sonra girdiği bilinmektedir. İslamiyet'in büyük bir hızla yayılmasında, Malakka Prensi Prameswara’nın, Pasai Kralının kızıyla evlenip Müslüman olması etkili oldu, Prameswara adını, Mecât Iskender Şah olarak değiştirdi. Onun Müslüman olmasından sonra yönetimi altındaki bölgelerde İslamiyet hızla yayılmaya başladi. 1446 yılında da Malakka Sultanlığına geçen Sultan Muzaffer Şah zamanında İslamiyet resmi din olarak kabul edildi. Aynı zamanda Malakka, Güneydoğu Asya'da İslamiyet'in merkezi halini aldi. Ticari ve ekonomik önemi de arttığı için, Müslüman tüccarlar burayı daha çok ziyaret etmeye başladılar. Malezya Konfederasyonu kuruldu. Günümüzde güçlü bir ekonomiye sahip olan Malezya’da özellikle gençler arasında İslamiyet'e büyük bir bağlılık vardır. 25 milyon nüfuslu ülkede, gençlerin % 70'i dini görevlerini yerine getirmektedir. Üniversite gençliği arasında da İslam ahlakına yöneliş çok güçlüdür.

SUDAN

639 yılında Mısır'ın İslam ahlakı ile tanışmasının ardından Mısır’a yerleşen Müslümanlar kısa süre sonra ticaret için Sudan pazarlarına gitmeye başladılar. Sudanlılar da bu vesile ile, İslamiyet'i tanıdılar. İslamiyet'in Sudan’da kısa sürede hızla yayılması ile daha önce Hristiyanlığı seçmiş olan pek çok kişinin İslamiyet'i tercih etmesine neden oldu. Bugün 28 milyon nüfuslu Sudan’ın %99’u Müslümandır.

TUNUS

Tunus'a İslamiyet'in girişi 648'de Abdullah bin Ebi Sarh tarafından gerçekleştirilmiştir. İlk girişin ardından peşpeşe gelen fetihler tüm Tunus'un İslam Devletine bağlanmasına vesile olmuştur. Bölgenin, İslam Devleti topraklarına katılmasından sonra yerli halk kısa sürede Müslüman olmuş, 7. yüzyılda da Tunus halkının tamamı İslamiyet'i kabul etmiştir. 1881 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir eyaleti olarak kalan Tunus, 1956’da bağımsızlığına kavuşmuştur.

Resmi din olarak İslamiyet'i kabul eden olan 12 milyonluk Tunus nüfusunun %99.3'ü Müslümandır.

ÜRDÜN

6.5 milyon nüfuslu Ürdün'de halkın % 95'i Müslümandır.

Bugünkü Ürdün toprakları Raşid Halifeler döneminde Hz. Ömer (r.a.) tarafından İslam Devletine katıldı. Ürdün Haçlı Seferlerinin sonucu olarak
12. yüzyılda geçici bir süre için Haçlıların kontrolüne girdi. 1187'de Haçlıların elinden alındıktan sonra sırasıyla Eyyubilerin, Fatımilerin ve Memlüklerin kontrolünde kaldı. 1517'de Yavuz Sultan Selim tarafından alınarak Osmanlı topraklarına katıldı.
Resmi dini İslam olan 6.5 milyon nüfuslu Ürdün'de, halkın % 95'i Müslümandır.

İslamiyet'in benzeri olmayan hızlı gelişmesinin temelinde, Rabbimiz'in, Hz. Muhammed (sav)’in üstün ahlakını, aklını, ferasetini, kararlılığını ve samimi çabasını vesile kılması bulunmaktadır.
İslamiyet'in Yayılışı Hakkında
World Christian Encyclopedia'nın (Dünya Hristiyanlık Ansiklopedisi) rakamlarına göre 1990'da 962 milyon olan Müslüman nüfus bugün 6,2 milyar kişinin yaşadığı dünyada 1,2 milyara ulaştı. Bu rakamın 2025'te 1,8 milyara, 2060'ta 2,3 milyara ulaşması bekleniyor.
The Canadian Society of Muslims'in (Kanada Müslümanlar Topluluğu) tahminlerine göre 2025'te dünya nüfusunun yüzde 30'unu Müslümanlar oluşturacak.
U.S. Center for World Mission’a göre; 1997'de İslamiyet'in Hristiyanlıktan daha hızlı büyüdüğü görülmüştür. Her yıl % 2.9 olarak gerçekleşen bu rakam, giderek payını da artırıyor. Bu hızla İslam 2023'e kadar Hristiyanlığı geçerek dünyanın en büyük dini olacaktır.

İSLAMİYET'İN AYDINLIK GELECEĞİ

Günümüzde İslam dini, bir milyarı aşan nüfusa sahiptir ve dünyanın en hızlı yayılan dinidir. Dünyadaki devletlerin dörtte birinden fazlasında yaşayan halk Müslümandır. Son yirmi yıldır da, dünya genelinde Müslümanların sayısında istikrarlı bir artış söz konusudur. 1973 yılında yapılan istatistikler, dünya çapında Müslüman nüfusun 500 milyon olduğunu gösterirken, bugün bu rakam 1.5 milyara yaklaşmıştır. Her dört kişiden birinin Müslüman olduğu günümüzde, Müslümanların sayısının tarihte ilk defa Hristiyanların sayısını geçtiği belirtilmektedir. Müslüman nüfusun sayısının yakın gelecekte daha da artacağı ve İslam'ın dünyanın en yaygın dini haline geleceği tahmin edilmektedir.

Bu istikrarlı yükselişin nedeni, sadece Müslüman ülkelerin nüfuslarının artış hızı değil, aynı zamanda diğer dinlerden ve kültürlerden pek çok insanın İslam ahlakını seçmesidir.

Bilmek gerekir ki, yaşanan tüm bu gelişmeler Kuran'da bildirilen, "İnsanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile." (Nasr Suresi, 2-3) ayetlerinin tecelli edeceği vaktin çok yakın olduğunu, hatta yaşanmaya başladığını göstermektedir.

Rabbimiz'in en son hak kitap olan yüce Kuran-ı Kerim'i vahyettiği ve güzel ahlakı, takvası, Allah'a olan yakınlığı ile insanlara örnek kıldığı Peygamber Efendimiz (sav)’in, kararlığı ve samimi çabasıyla başlattığı güzel ahlakın tebliği, bugün de tüm dünyayı aydınlatmaya devam etmektedir. Allah’ın izniyle bu aydınlık daha da artacak, şu an dünyanın pek çok yerinde hüküm süren savaş, karmaşa ve zulüm, İslam ahlakının nuru ile tamamen ortadan kalkacaktır. Kuran’da müjdelendiği ve Peygamber Efendimiz (sav)’in de hadislerinde bildirdiği üzere, içinde bulunduğumuz yüzyıl İslam ahlakının yeryüzüne hakim olduğu, dünyanın barış ve refah içinde yaşadığı kutlu bir çağ olacaktır. Yazıda anlattığımız, Peygamber (sav) döneminde başlayarak kısa zamanda 3 kıtaya yayılan İslam ahlakı, bu muhteşem yükselişinin bir eşini -Allah’ın izni ile- yine Altınçağ olarak adlandırılan ve Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin geleceği ahir zamanda da yaşayacaktır. Kuran’da bu müjde şöyle haber verilmektedir:

"Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile." (Saff Suresi, 8-9)

Rabbimiz bu vaadini muhakkak yerine getirecektir. İman edenlerin yapması gereken ise bu kutlu döneme, İslam ahlakını gereği gibi yaşayarak ve birbirlerini müjdeleyerek hazırlanmaktır.
- See more at: http://blogger-yazari.blogspot.com/2013/05/blogger-sayfa-nubaralandirma-eklentisi.html#sthash.4mk5K7qm.dpuf